Serpêhatiya macirê bûlgar:
DÎMÎTRÎ VELÎZAR
Dimitri Velizar'ın Diyarbekir'e Sürgünü ve
OSMANLININ TARİH BOYU BULGARLARA YÖNELİK TÜRKLEŞTİRME SİYASETİ
(BARBARIAN OTTOMAN-TURK DEPORTATIONS. Zalim osmanlı sürgün fermanlarından biri - 1915)
Amed Diyarbekir'e sürgün Wassil Lewskinin yoldaşı bulgar devrimci ve din adamları... 1876
''Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde Bulgaristan'da 'Diyarbekir' sözcüğü telafüz edildiğinde, bu sözcüğü işiten her bulgar, pürdikkat kesilirdi. Çünkü yine sürgün ve uzun yolculuklarda ölmek ve bitmek sırası yakınımızdaki birine gelmişti.
Özellikle gerileme ve yıkılma dönemlerinde Osmanlı imparatorluğu daha çok baskıcı ve daha çok bağnaz hale gelmişti. Sofya'da bir bulgarın, bir osmanlı zabıtının üniforma düğmesini kopardığı için ta Diyarbekir'e kadar sürgüne gönderildiğini bile duymuştum. Osmanlıya karşı en ufak bir başkaldırının anlamı sürgündü, ölümdü.
Şimdiki gibi modern taşıma araçlarıyla seyahat edilmiyordu o zaman. At ve katır sırtında beş, hatta altı ay kadar uzun bir zaman sonra, ancak Asya kıtasının derinliklerinde bildiğimiz, Bulgaristan'dan giden hiç birisinin geri gelmediği Diyarbekir'e varılıyordu.
Bulgaristan'ı işgal ve ilhak etmiş osmanlı sultanının vahşi ve gaddar ordu subayları tarafından tek tek veya aile olarak topyekün acımasızca sürülüyorlardı bulgarlar.
Velisar (simdi 'Türkoğlu') ailesinden de biz tam 18 nefer, 1850 yılında osmanlı devletine başkaldırdığımız için toplu olarak sürüldük. Onsekiz aile neferlerinden ancak üç kişi, ben, benden iki yaş küçük kız kardeşim ve benden 4 yaş büyük olan ağabeyim varabilmiştik Diyarbekir'e.
Tam 15 aile neferimiz altı ay süren aşılmaz engeller ve büyük çilelerle dolu cehennemî yolculuğumuz boyunca dayanamamış ve yolboyu tek tek ölmüşlerdi. Bulgaristan'dan çıktıktan sonra kendimizi yabancı bir memlekette, Türkiya'da bulmuştuk. Türkçe bilmiyorduk. Babam ve annemin dışında türkçe bilenimiz yoktu. Yolboyunca türk halkı hırıstiyan olduğumuz için bize çok kötü muamele ediyordu. Aç susuz yollarda perişan olmuştuk. Açlık, susuzluk, kışın dondurucu soğuğu ve yazın dayanılmaz sıcağı aile fertlerimizin neredeyse hepsinin canını aldı. Sürgün edildiğimiz zaman ben 14 yaşındaydım. Bulgaristan'a geri dönmek veya Bulgaristan'a yakın bir yerde yerleşmek imkansızdı. Varacağımız yere devlet geleceğimize dair haber göndermiş ve eğer oraya varıp kendimizi zabıtaya göstermediğimiz halde, bize rastlayan her devlet görevlisinin bizi infaz etme hakkı oluşuyordu. Bizi böyle korkutup tehdit etmişlerdi. Yalan ve boş bir tehdit olmadığını, bizi yol boyu karşılayan hiç yabancı sevmeyen ahalinin kötü muamele ve tavırlarından çok iyi anlamıştık.
Neredeyse bütün aile fertlerimiz öbür dünyayı boyladıktan ve sağ kalanlarımızın da artık ayakta duracak hali kalmamışken, bir akşam vakti, Diyarbekir'e nihayet varmıştık. Büyük bir caminin bitişiğinde olan bir yetimhaneye yerleştirildik ben ve küçük kardeşim.
Abimizi 'çalışmaya' götürmüşlerdi Diyarbekir'e vardığımızın ertesi günü. Ayrılış o ayrılıştı. Artık ağabeyimizi hayatta hiç görmedik. Başına ne geldiğini hiç öğrenemedik. Ağabeyimizin bizden ayrıldığı günden bir iki aya kadar hep ağlayıp yalvarıyorduk. Ağabeyimizin adını (Valdemar) söyleyip tepiniyorduk. Dilimizden anlamayan yetimhane bakıcıları, susmamızı istiyorlardı hep. Susmayınca basıyorlardı şaplağı körpe suratımıza hiç acımadan.
Aradan dört beş yıl geçtikten sonra ben artık ağabeyim kadar kocamıştım. Beni hergün şehrin hemen dışındaki tarlada çalışan bir köylünün yanına vermişlerdi. Ona yardımcı oluyordum. Sebze ve meyve ekip biçen yaşlı bu kürt köylüye yardımcı oluyordum. Kız kardeşimi de öğlenden önce yetimhanenin bitişiğinde bulunan Kuran okuluna ve din öğrenimine gönderiyorlardı ve öğlenden sonraları da, yüksek bir asker zabıtının hanımına ev işlerinde yardımcı olmak için büyük bir köşke gönderiyorlardı.
Aradan uzun zaman geçti artık ben evlenme çağına gelmiştim. Evlenmiştim ama ilk evlilik yıllarında çocuğumuz olmuyordu bir türlü. Yardımcısı olduğum bostancı köylü bana mahsulun iyi olduğu yıllarda yüklü bir miktar para veriyordu. Ben de bu parayı uçsuz bucaksız Diyarbekir surlarının bir burcunun hemen duvar dibinde bir çukur açmış ve orada saklamıştım. Her bana para verildiğinde oraya gidip çukuru açıp parayı diğer paraların üstüne koyuyor ve tekrar çukuru kapatıyordum. Yıllar sonra eppey param birikmişti.
Marangozluk maharetim de vardı. Tarlasında çalıştığım köylü bir ara oldukça büyük olan tarlayı hayvanlardan korumak için, tarlanın etrafını tahta çitle sarmamı istemişti. Oduncuların tam bir yıl boyu getirip tarlaya bıraktıkları ağaç dallarını baltayla biraz yontuyor ve elde ettiğim sırıklarla tarlanın etrafını çitle örüyordum.
Bu işim beni kısa zamanda çok usta bir marangoz yapmıştı. Artık işi öyle ilerletmiştimki, şehrin dışında su gücüyle çalışan bir hizarhanede çalışmaya ve daha çok para kazanmaya başlamıştım.
Yanında çalıştığım hizarhane sahibi öldükten sonra oğlu babasının işini devam ettirmek istemedi ve işyerini benim satın almamı söyledi. Artık bundan sonra işleri tam yerinde giden bir işadamı olup çıkmıştım. Kız kardeşim de evlenmişti. Eniştem, devamlı bir işi olmayan fakir bir aildendi. Hemen onu yanıma aldım. Çok kısa zamanda büyük bir para kazandık. Daha fazla para kazanmak için ve aklımdan ve hayalimden hiç çıkmayan sevgili Bulgaristan'a biraz daha yakın olmak için, Konstantinopol'e göç etmek istedim. Ama kız kardeşimin de benimle beraber gelmesini istiyordum. Onsuz gidemezdim hiç. Fakat eniştem buna bir türlü müsaade etmiyordu. Bende daha ilerde doğacak ilk fırsatta beraber göçeriz diye, İstanbul'a göçmekten geçici olarak vazgeçtim. Marangozluk işim büyüyünce Kürdistan'ın başka şehirlerine de işi taşıdım. Diyarbekir'in çok uzağında olmayan bitlis şehrinde de kapı ve pencere yapan bir marangoz dükkanı açtım. Sonra tekrar Diyarbekir'e döndüm.
Bu arada Diyarbekir'de epey tanınmaya başlamıştım. Aslen Bulgaristan'dan olduğunu söylemeye başlamıştım. Birgün zengin bir müşterim kendisinin de aslen Bulgaristan'dan olduğunu söyledi ama türklük ve müslümanlığı bulgar olmaktan fazla övüyordu. Hatta kendisine "ben türküm" bile diyordu! Doğrusu onun bu aşırı türkleşmiş tavrından dolayı, ilkin onun bulgaristanlı olacağına inanmamıştım bir türlü. Fakat bana Diyarbekir'e sürülmüş baba ve dedelerinden kalma maceralar anlatınca, bizim zavallı ailemizin başımıza gelenlerin tıpatıp aynısı olduğu için, en sonunda bulgar olduğuna inanmıştım. Ama yine de hep kendine 'ben türküm' diyordu.
Ben ona 'sen nasıl türk oluyorsun? Ben ne kadar türksem sen de o kadar türksün' dediğimde hararetli tartışmalara bile giriyorduk. Ona şunları anlatıyordum: 'senin asıl adın nedir? Bak benimkisi Georgi Velisar'dır Soyadımız Velisar'dır. Dedemin adı Dimitri Velisar idi. Ama bugün türkler benim hem adımı ve hemde soyadımı değiştirmişler. Bana Taylan adını ve Türkoğlu soyadını vermişlerdir. Ama ben aslımı kökümü hiçmi hiç unutmam, unutamam. Osmanlılar ülkemiz sevgili Bulgaristanımızı bizden aldığını anlatırlardı hep babam ve ağabeyim. Osmanlı bizi türkleştirmek ve müslümanlaştırmak istiyor derlerdi. Herhalde sen bu hakikatleri bimediğin için kendini türk zannediyorsun. Oysa bulgaristanlı olan biri asla türk olamaz ve değildir.'
Bütün bu söylediklerim sanki bir kulaktan girip diğerinden hemen çıkıyor gibiydi. Bulgaristanlı vatandaşım beni hiç anlamayan, beyni yıkanmış birisi gibi, mütemadiyen bana: 'ben türküm, biz türküz' deyip duruyordu. Oysa ben ne kadar türk oluyorsam, o da o kadar türk idi.
Taylan Türkoğlu
Bu acıklı serüven 1975 yılının mayıs ayında bir akrabamın düğün gecesinde Diyarbekir'de anlatıldı.
(devamı var)
Anlatım/röportaj: Goran Candan
1): 'Taylan Türkoğlu' olarak bu röportaji bundan 15 sene önce Serbesti sitesinde yayınladığımda kullandığım müstear isim, Halil Bozduman'ın babasıdır.
Sağdan dördüncü, Halil Bozduman-1 (Diyarbakır Spor direktörü).
DİYARBAKIRSPOR YÖNETİM KURULU sağ başta Necat Dilan, teknik direktör Behzat Çiçek, belediye başkanı Nejat Cemiloğlu,
Kemal Koyuncuoğlu, Halil Bozduman, Mehmet Kalfagil..ARKA SIRADA Aytekin Baran, Zeki Ötük ve Yaşar Meliye
(Sağ taraftan birinci Diyarbekir Dîlan Sineması sahibi Necat Dilan)