SEDAT ULUGANA
Lêkoler, nivîskar
Kürdistan Fedaisi Muşlu Hilmi Yıldırım
____________________________________________________
Fransız istihbarat belgesine göre İhsan Nuri, bildiriyi Türkçe yazmış. Bildiri daha sonra Şam’daki Fransız politik büro departmanına gönderilmiş. Politik büro da bildirinin Fransızca çevirisini Türkçe bilen bir “S.R. ajanına” yaptırarak 5 Şubat 1927 tarihinde Hoybûn dosyası ile ilgilenen Beyrut masasına göndermiş.
Şeyh Sait önderliğinde Piran’da cereyan eden Kürt ayaklanmasına dair dünya kamuoyunda Türk devletinin dezenformasyonları nedeniyle bir kafa karışıklığı vardı. İhsan Nuri, bununla mücadeleyi kendine görev bildi ve o sırada bulunduğu Bağdat’ta Kürt ayaklanmasına dair bir bildiri kaleme aldı. 1925’te yazılan ve arşivlerin çekmecelerine gömülen o bildiriyi 95 yıl sonra ilk defa yayımlanıyor.
SEDAT ULUGANA
28 Aralık 2020
İhsan Nuri, 1892 yılında Bitlis kent merkezinde doğar ve Gökmeydan’daki ilkokulu bitirdikten sonra 1906 yılında Erzincan’daki askeri liseye başlar. 1907 yılında Harbiyeye giren İhsan Nuri, 1909 yılındaki Abdülhamit karşıtı askeri isyana katılır. 1910 baharında Harbiyeden subay olarak mezun olan İhsan Nuri, Rumeli’ye gönderilir ve İşkodra’da isyan eden Arnavutlara karşı savaşır. 1911’de Yemen’de isyan eden Araplara karşı savaşır. Elimizdeki daha önce hiç yayınlanmamış anılarına göre bu iki savaşta da “gerilla savaşını” ve “özgürlük isteyen halkaların tutkusunu” öğrenir. 1913 yılında İstanbul’a tekrar döndüğünde, dergi ve cemiyetler etrafında oluşan Kürt entelijansiyasına katılır. “Roji Kurd” dergisi çevresi ile tanışması onun hayatında mühim bir dönemeçe tekabül gelir. 1914 yılında Osmanlı imparatorluğu Rusya’ya savaş açınca İhsan Nuri, Kafkas cephesine gönderilir. Kendi deyimi ile savaş esnasında yüzlerce Ermeni sivilin hayatını kurtarır. Savaş bittikten sonra Iğdır’daki garnizona yüzbaşı olarak atanır.
Yaşar Hanım ile yolları kesişir
1921 yılının soğuk bir kış gününde, İstanbul-Üsküdar’dan Karadeniz’e açılan İtalya bandıralı yolcu gemisinde, ürkek gözlerle etrafını süzen genç Yaşar Hanım da vardır. Yine daha önce yayınlanmamış, Yaşar Hanım’ın elimizdeki anılarına göre babası öldüğü için annesi ve küçük kardeşi ile birlikte İstanbul’da “sahipsiz” kalmış ve Iğdır’da askeri doktor olan kardeşi Haydar Bey’in yanına gitmeye karar vermişlerdir. Trabzon’a doğru yol alan gemide dönemin katliamcılarından Topal Osman da vardır. Yaşar Hanım kendisine musallat olan Topal Osman’ı zor bela atlatarak Trabzon’dan karayolu ile Erzurum’a gelir. Görkemli Ağrı Dağı manzarası eşliğinde Iğdır’a yaklaşırken süvari bir askeri birliğin yanından geçerler, birliğin kumandanı İhsan Nuri kalpağını çıkararak Yaşar’ın ağabeyi Doktor Haydar’ı selamlar. Doktor Haydar, annesi İffet Hanım’a dönerek, “Bu Yüzbaşı İhsan Nuri’dir. Muhteşem bir hatiptir” diyecektir. “Yakışıklı ve ciddi görünümlü” İhsan Nuri’nin ismi artık Yaşar Hanım’ın kulağına çalınmıştır. Takip eden günlerde Yaşar ile İhsan Nuri arasında mektup trafiği başlar, Tevfik Fikret’in şiirleri ile birbirlerine nazireli dörtlükler dizen ikili kısa bir süre sonra evlenir. Bu yıllar aynı zamanda İhsan Nuri’nin Erzurum merkezli “Kürt İstiklal Komitesi”nin (Azadî) içinde yer aldığı yıllardır.
Azadî ve ‘Ağrı Dağı Generali’
Albay Cibranlı Halit Bey, Kürdistan genelinde bir başkaldırı planlıyordu lakin komitenin planları dışarıya sızdırıldı. Albay Halit Bey ile Yusuf Ziya idam edilirken İhsan Nuri dahil birçok Kürt subay da sürgün edildi. 1924 Eylülünde Beytüşşebap’taki Türk birliğe saldıran İhsan Nuri, emrindeki birlik ile birlikte Güney Kürdistan’a geçti. 1926 yılında Revanduz’a geçen İhsan Nuri, orada Şeyh Sait’in oğlu Şeyh Ali Rıza Efendi ile karşılaşır ve Hoybûn’un kuruluş çalışmalarından haberdar olur. Ali Rıza Efendi’nin telkini ile Hoybûn ile bağlantı kuran İhsan Nuri, kısa bir süre sonra bölgeye “genel komutan” görevi ile gönderilir lakin Yaşar Hanım’ı da Iğdır’da, Türk ordusunun elinde bırakmak istemez. Öyle ki İhsan Nuri’nin Güney Kürdistan’a geçmesinden sonra Iğdır’da kalan Yaşar Hanım, kısa bir süre sonra devletin tacizlerine maruz kalır, kendi deyimi ile İhsan Nuri’den boşanması için tehdit edilir. Tehdit ve baskıların ardı arkası kesilmeyince Hoybûn tarafından Türkiye’den çıkarılıp Kobanê’ye, Mustafa Şahin Bey’in evine getirilir. Yaşar Hanım, 1927’de Tebriz’e, orada İhsan Nuri ile buluşup Ağrı Dağı bölgesine geçer. 1928’de şiddetlenen Ağrı direnişi, 1930 yazında Zilan Katliamı gibi korkunç bir soykırımla sonuçlandı. Kendi deyimi ile şayet devlet sivillere yönelmeseydi, Ağrı Dağındaki ateş asla sönmeyecekti. 1930 yılının sonunda Doğu Kürdistan’a geçen Kürt savaşçılar, “Kaçar Kasrı” (Qesra Qejer) denilen mıntıkada İran güçleri tarafından kurşuna dizildi. Bu süreçten sonra İhsan Nuri, diğer Kürt mültecilerden ayırarak Tahran’a götürüldü, yaklaşık 50 yıl boyunca SAVAK tarafından sıkı gözlem altında tutuldu ve 1978’de şaibeli bir trafik kazası ile yaşamını yitirdi.
Belgenin tarihsel önemi
İhsan Nuri, 1924’ün Eylül ayında Irak’a geçtikten birkaç ay sonra, Piran’da Şeyh Sait önderliğinde bir Kürt başkaldırısı cereyan etti. Türk devletinin yoğun dezenformasyon ve askeri saldırıları ile aylar sonra bastırılabilen Kürt başkaldırısına dair kafa karışıklığı, İhsan Nuri’nin bir bildiri kaleme almasına sebep teşkil etti. 1925’te Bağdat’ta kaleme alınan o bildiri, iki yıl sonra, yani 1927’de, Hoybûn kurulduktan sonra Fransız yönetiminin dikkatini çekebildi. Son zamanlarda Fransa Dışişleri Bakanlığında bulduğumuz bildiriyi Yeni Özgür Politika gazetesi aracılığıyla ilk defa yayınlıyoruz.
Dönemin Fransız istihbarat belgesine göre İhsan Nuri, söz konusu bildiriyi Türkçe kaleme almış, bildiri daha sonra Şam’daki Fransız politik büro departmanına gönderilmiş. Politik büro da bildirinin Fransızca çevirisini Türkçe bilen bir “S.R. ajanına” yaptırarak 5 Şubat 1927 tarihinde Hoybûn dosyası ile ilgilenen Beyrut masasına göndermiş.
İhsan Nuri tarafından kaleme alınıp Bağdat’taki İstiklal Matbaasında basılan 17 sayfalık bildiri, “Kürt Başkaldırısı” başlığını taşıyor. İhsan Nuri, kısa bir önsözden sonra sırasıyla Şeyh Sait Direnişinin nedenleri, önemi ve örgütlenmesi hususları üzerinde duruyor. Bildiri bütünlüklü bir şekilde okunduğunda 1925’ten 2021’e kadarki yaklaşık yüz yıllık süre içinde Türkiye Cumhuriyetinin Kürt politikasında zerre kadar değişikliğin olmadığı açıkça görülüyor. Değişen tek şey, devletin elindeki savaş aygıtlarının profesyonelleşmesi ve inkar siyasetinin derinleşmesidir.
Dönemin devlet aklının Kürt başkaldırısını itibarsızlaştırma teşebbüslerine dikkat çeken İhsan Nuri, çarpıcı örnekler veriyor. İhsan Nuri’ye göre Avrupalı devletler tarafından muazzam silahlar, uçaklar ve zırhlı araçlar ile desteklenen, Yunan ordusunu Ege denizine döken ve Ermeni Ulusal Ordusunu Erivan’a kadar kovalayan Türk ordusu, 1925’te Kürdistan dağlarında hiçbir savaş tecrübesi olmayan Şeyh Sait gibi önderlerin öncülük ettiği, hiçbir güç tarafından desteklenemeyen çok az sayıdaki Kürt direnişçi tarafından darmadağın oldu. Dahası askeri olarak yenilse de Kürt başkaldırısı, Kürt halkına özgürlük ve ulusal ruh aşılamıştır. Bu manada 95 yıl önce kaleme alınan bu cümleler tarihsel bağlamda ele alındığında Çiyager’in “Ne olursa olsun son muhteşem olacak” sözlerine benziyor ve İhsan Nuri adeta bugünü görerek bildiriyi şu sözlerle bitiriyor: “Arnavut ve Arap isyanlarının verdiği derslere rağmen kendi hatalarını düzeltmek istemeyen bugünün Türk siyasetçileri, asla bitmeyecek olan Kürt başkaldırıları karşısında diz çökecekler ve Kürtlerin haklarını tanıyacaklardır! Geç olmadan, yaptıkları hatalar ile ülkeyi kendileri ile birlikte çöküşe götürmek istemiyorlarsa Kürtlerin haklı talepleri karşısında boyun eğecekler!”
Önsöz
Kürtlerin ideali kendi ülkelerinde bağımsız, özgürce yaşamak; kölelikten kurtulmak ve bundan sakınmak üzere kuruludur.
Fark ettik ki bu anlamlı ve güzel dava yanlış yorumlanıyor. Bu bağlamda, şehitlere karşı işlenen hataları düzeltmeyi görev edindim.
Eşira Cibrî
“Ji mala Ali Kli”
İhsan Nuri
I. BÖLÜM
Başkaldırının nedenleri
Kürt halkı her zaman özgürlük idealini bilmiş ve tanımıştır. 20. yüzyılda yurtseverlik ve özgürlük idealini gerçekleştirmek için büyük ölçekli bir başkaldırı gerçekleştirmeye girişmiştir. Her ne kadar komşuları tarafından yönetilse ve yabancı güçler tarafından köleleştirilmek istense de bu savaşçı halk, adet ve kültürlerini korumayı başarmıştır.
Eğer başkaldırı ideallerini geçen yıllar içinde gerçekleştirmiş olsaydı bu halk (milyonları bulan sayısı ile) bugün boyunduruk altında ve eziyet içinde yaşamazdı. Kürtler şikâyet etmek yerine, o zamanlar çok şeye sahiptiler.
Mahkemeler ve dil
Kürtçe, Sivas’tan Ankara’ya ve İskenderun Körfezine uzanan bu engin ülkenin şehirlerinden daha çok köylerinde konuşulur. Nadiren Türkçe bilen kişiler ile de karşılaşılır. Kaldı ki bütün resmi işler bu dil ile yapılır. Bütün hakimler bu millettendir. Bu yüzden bir sanığın mahkumiyeti ya da beraati, çevirmenin vicdanına bağlıdır. Birçok suçsuz gariban mahkûm edildi. Zira hakimleri “satın alamadıkları” için ifadeleri kötü geliştirildi. Uzun yıllar hapishanelerde süründürüldüler. Böylece birçok dürüst ve namuslu aile sefalete itildi. Birazdan anlatacağım öykü, sizin Türk hakimlerin Kürtlere karşı işlediği adaletsizlikleri daha iyi anlamanızı sağlayacak.
Bozo oğlu Temo adlı bir şahıs, bir gün İstanbul’dan memleketi Malazgirt’e döner. Hani bölgesine vardığında arkadaşları kendi aralarında kavga eder. Polis araya girer ve sormaksızın hepsini zindana atar. 30 yıl boyunca zindanın derinliklerinde sorgusuz sualsiz unutuldular. Bu zamandan (30 yıl) sonra tesadüfen onun masum olduğu anlaşılır. Özgürlüğü haber verildiğinde gözyaşlarına boğulur. Bunun nedeni sorulduğunda, “Aileme kavuşup kazandığım para ile onların hayatını garantiye almak için İstanbul’dan ayrılalı 30 yıl oldu. Suçsuzluğuma rağmen tutuklandım, o zamandan beri hayatımın büyük bir kısmı heba oldu. Siz bugün özgür olduğumu beyan ediyorsunuz. Özgür olacağım lakin artık yaşlıyım, gücüm, takatim yok, çalışamayacağım, ekmeğimi kazanamayacağım” diye cevap verir ve ağlamaya devam eder.
Eğitim
Türklerin boyunduruğu altına girilmeden önce eğitim, bugünkünden daha iyiydi, daha gelişkindi. Kendi ülkelerindeki okullarda ve medreselerde yüksek eğitimi bitirenlerin sayısı yüzlerle ifade ediliyordu. (Bakınız: Evliya Çelebi’nin Kürdistan gezisinin Abdal Han bölümüne dair raporu) Kürtlük, Türkler tarafından mutlak bir cehalete sürüklendi; böylece bilimsel olan fakülteleri yıkıma uğratıldı. Köyler ve şehirlerindeki okulları kapatıldığı halde bu, onların yine de vergi yükümlüsü olmalarını engelleyemedi. Kürtler Ankara’nın kasasına eğitim için avuç dolusu altın vermek zorundaydı. Doğal olarak kendi anadillerinde eğitim almak daha kolay olurdu ama resmi dilin Türkçe olmasından ötürü eğitim de Türkçeydi. Bu, hiçbir zaman çocuğunun memur olmasını düşünmeyen Kürdün tamamen okulu bırakmasına neden olurdu ve böylece baştan itibaren cehalet içinde kalmaya devam ederdi. İşte Türklerin iç politika olarak uyguladığı yöntem buydu. Böylece gariban Kürtler eğitime sahip olamadıkları gibi haklarını korumaya bile cesaret edemiyorlardı.
Adaletsizlik
Sıradan Türk memurları, az çok tercih edilen metotlar ile bu fakir insanların içinde bulunduğu sefaleti daha da derinleştiriyor. Bu memurların çıkarları her şeyden önce gelir. Sadece para bu fakir insanları küçük düşmekten kurtarabilir ve bu suç arayan titiz mahkemelerden koruyabilir.
Ordunun zorbalığı
Kürtlere en büyük zorbalığı ordu yapıyordu. Kumandanlar halka eziyet etmek ve kötülük yapmak için sonsuz bahaneler bulabiliyorlardı. Çoluk çocuğuna yetecek kadar ekmeği tedarik etmek için yıl boyunca çalışan aile reisleri, askerlerin çocuklarının ağzından ekmeklerini aldığını gördüler. Ve çoğu zaman bu aileler, yıl boyunca sadece meşe palamudu ile beslenebildiler. Bazen makbuz karşılığında kendisine pahasının iki katı fiyatına 30 kg mal verilir, daha sonra bu borcuna karşılık çift hayvanlarına el konulurdu ve böylece tarlasını sürmesi imkansız hale geliyordu. Kürt asker ise, en ağır işler ona verilir ve kendisine “Kürt Eşeği” diye hitap edilirdi.
Birbirine düşürme girişimleri
Üst düzey sivil ve askeri yetkililer, siyasal olarak üç büyük Kürt bölgesi olan Şırnak, Batwan ve Dercan arasında ölümcül nifak tohumları ekmeyi ve ölümcül bir nefret yaymayı başardı. Lakin bu birbirine düşürme faaliyetlerine büyük önem veren 2. ve 7. Kolordu kurmay ve subaylarının Dih ve Şırnak’ta bulunan 18. Alaya bağlı tabur kumandanlarına gönderdiği gizli telgraflara rağmen “Kürt Komitesi” sessiz bir şekilde tarafları uzlaştırmayı başardı.
Vergiler
Yüzyıllardır Kürtler, bayındırlık, eğitim ve ulaşım-taşımacılık vb. vergileri vermekle yükümlüler. Bazen aynı vergiler hile ile aynı yılda iki defa alınır lakin Kürtlerin yaşadığı mahalleleri şehirlere bağlayan yollar olmadığı gibi köylerinde de okul bulunmaz.
Türkler maliyeyi iyileştirmek için neredeyse bütün arazileri tekelleştirdi. Çiftçiler arazilerini ekip biçme konusunda isteksizler, onun için yüzlerce hektar arazi çoraklaşarak verimsiz hale geldi.
Türklerin Kürtler üzerinde üstünlük kurması
Türkiye Cumhuriyeti, sınırları dahilinde sadece Türk milliyetini kabul etti. Lakin bu millet, coğrafyasının büyüklüğü ve barındırdığı nüfus itibariyle Kürdistan’ı görmezden gelemezdi. Lakin bu halkın eğitim almasına, koşullarının iyileştirilmesine ve sosyal yaşama katılmasına izin verilmedi. Kürt halkını yoksulluğa ve derin bir karanlığa sürüklediler. Zaten asıl amaçları da buydu.
“Kürdistan” kelimesi tarih ve coğrafya kitaplarından tamamen çıkarılarak yasaklandı. Okullarda Türkiye ile ilgili olan çok az şey öğretmeye başladılar. Memurlar arasında Türklük tabiiyetinin tercihi için özel bir sicil tutulmuş; bu nedenle herhangi resmi bir göreve talip olan, Kürt kökenini inkâr etmeye mecbur bırakılmıştır. O kadar ileri gittiler ki, köy, dağ, dere vb. yer isimlerini dahi değiştirdiler…
Türkler, Ermeni tehcirinden sonra diyorlardı ki “‘Zo’ diyenlerden kurtulduk, şimdi ‘Lo’ diyenleri kovmalıyız.” Yunanistan’dan kovulan Türk göçmenleri Kürdistan’ın tamamına yerleştirmek istiyorlar. Bu nedenle vilayet valilerinden, bu ülkenin ihtiva edeceği insan sayısını bilmelerini sağlayacak plan ve projeler hazırlamaları istendi.
Seçimler
İşlerin iyi yürümesi için halkın güvendiği milletvekillerinin seçilmesi esastır. Lakin Kürdistan’da hükümet, uygun gördüğü kişiyi kendisi atıyor. Seçim gerektiğinde ise cumhuriyet hükümetinin uygun gördüğü kişiye oy vermek gerekiyor. Kaldı ki oy pusulaları tahrif ediliyor ve belirlenen adaylara zorla oy verdirtiliyor. Hiç şüphe yok ki, bu şekilde oluşturulan Meclis, halkın çıkarlarını gözetmiyor, hükümetin isteklerini yerine getiriyor. Kürt kendisine bu derece adaletsizlikle yaklaşan ve dini inançlarına karışacak kadar ileri giden bu politikalardan artık bıktı. Ülkesinin kalkınmasını engelleyen boyunduruğu kırma ihtiyacı hissetti. İsyana hazırlanırken hükümeti kendisine karşı daha adil olmaya davet etti.
Kürtler, Dünya Savaşı veyahut Türk-Yunan Harbi esnasında kendi bağımsızlıklarını çok kolay bir şekilde elde edebilirlerdi lakin Türklerin durumunu daha da kötüleştirmemek için Kürt halkı onlara büyük bir iyilikte bulundu. En ufak bir düşmanlık eyleminde dahi bulunmadılar. İstiyorlardı ki Türkler, Rumlarla giriştikleri mücadelenin sonunda Kürtlerin çıkarlarını da gözetip onların isteklerini yerine getirsin. Elbette Kürtlerin topraklarının büyük bir kısmını Kürdistan’ın oluşturduğu Türkiye Cumhuriyetinden beklentileri vardı.
İhsan Nuri, 1924’ün Eylül ayında Irak’a geçtikten birkaç ay sonra, Piran’da Şeyh Sait önderliğinde bir Kürt başkaldırısı cereyan etti. Türk devletinin yoğun dezenformasyon ve askeri saldırıları ile aylar sonra bastırılabilen Kürt başkaldırısına dair kafa karışıklığı, İhsan Nuri’nin bir bildiri kaleme almasına sebep teşkil etti. 1925’te Bağdat’ta kaleme alınan o bildiri, iki yıl sonra, yani 1927’de, Hoybûn kurulduktan sonra Fransız yönetiminin dikkatini çekebildi.
Gazetemizin dünkü nüshasında, 95 yıl sonra tarihçi Dr. Sedat Ulugana’nın Fransız arşivlerinden bulup çıkardığı bu bildirinin birinci bölümünü yayımlamıştık. Bugün bildirinin geriye kalan bölümlerini yayımlıyoruz.
II. BÖLÜM
Başkaldırı
“Kürt Komitesi”, kendi halkının kaderini belirleme ve haklarını elde etme sorumluluğunu üstlendi; Türk devletinin bunu iyi anlaması için de Beytüşşebab isyanını örgütledi ve Türk devletinin Kürtlere vermiş olduğu sözleri yerine getirmesini istedi. Lakin bu meşru talepler karşısında devletin cevabı, kasvetli top atışları oldu.
Kararlar almakta biraz ağır davranan Kürt halkı ise planları olgunlaşır olgunlaşmaz projelerini hayata geçirmek için ısrar ediyor ve bu yolda çocuklarını feda etmekten de çekinmiyordu. Bu başkaldırının istihbaratını alan Türkler ise başkaldırının olası etkisini azaltmak için Kürtlerin önde gelen şahsiyetlerini tutuklamaya çalıştılar.
Şerefli görevi yerine getirmekten sorumlu olan yüce fatih Şeyh Sait Efendi, durumun ciddiyetini çabuk kavradı. Zaten nicedir Hesenan (aşireti) bölgesinde kükreyen top seslerine bir son vermek istedi. (Kürt) Direnişçiler güçlerini uluslarının ilahi kaynağından alıyorlardı. Erzurum’daki 9. Kolordu, Erzincan’daki 8. Kolordu, “Hob”, “Kurda”, Diyarbekir ve Urfa’daki 7. Kolorduya rağmen birçok yeri özgürleştirmeyi başardılar ve Siverek’e kadar gittiler.
Başkaldırı düşüncesi daha güney ve doğu bölgelerine yayılmadan Türkler buradaki aşiretlerin direnişe katılmasını önlemek için bütün imkanlarını kullandılar. Ankara hükümeti bu başkaldırının gerici ve (dinci) radikal bir isyan olduğunu yabancı kamuoyununa bildirerek Avrupa’nın bir kısmını kandırmayı başardı. Türkler böylece 100 bini aşan bir asker gücünü “Kakhs”, Trabzon, Sivas’tan çok acele bir şekilde yola çıkararak Fransız topraklarından geçen demiryoluna taşıyabildiler.
Kürtler savaşı yönetebilecek tecrübeli komutanlardan yoksundu. Kürt birlikleri tarafsız komşu ülkelere doğru yayılarak kanatlarını güvene almayı düşünmedi. Ayrıca ulaşım araçları tamamen eksikti. Disiplinli, iyi silahlanmış ve iyi eğitilmiş Türk kuvvetlerinin karşısında savaşmakta zorlanıyorlardı. Dolayısıyla sonuca ulaşmak için tek çare dağılıp pusu ve taciz yolu ile gerilla savaşı yürütmekti. Türkler ilk saldırılarda milli Kürt direniş kuvvetlerinin büyük bir kısmını esir almayı umuyordu, hatta Şeyh Sait’in dahi yakalandığını iddia ettiler. Kuşkusuz bu gerilla savaşının düzenli ordu savaşlarına benzemediğini anlamak zor olmasa gerek. Direnişi yöneten liderler bunu pek idrak edemediler.
III. BÖLÜM
Askeri bakış açısı ile başkaldırının önemi
Bu büyük ulusal eser, bazı insanların zihninde feci etkiler yarattı. Bu kısa bölümde bazı yanlış anlamaları ve değerlendirmeleri düzeltmek için meselenin askeri öneminden bahsedeceğim.
Başkaldırı bölgeleri, operasyonların başlangıcından itibaren daha önce bahsedilen 3 kolordu tarafından kuşatılıp işgal edildi. Bu üç kolordu, 27 piyade taburu ve 9 topçu taburundan oluşmaktaydı. Ayrıca bunlara “Kakhs”, “Zezrah”, Nusaybin dolaylarındaki atlı birlikler ile 1924’teki Musul manevrası için kurulan “Sarrat”, Mardin ve Midyat’ın batısındaki piyade alaylarını da eklemek gerekir. Bu birlikler aynı zamanda disiplin ve silah üstünlüklerine rağmen Batı Anadolu Rumlarını Ege denizine döken askeri kuvvetlerdi.
1920 yılında üç eksik piyade ve bir süvari alayından oluşan Türk ordusu, yabancı devletlerin uçak, askeri araç ve zırhlı trenler ile desteklenen Ermeni ulusal ordusunu yenilgiye uğrattı. Bir günlük savaştan sonra Sarıkamış’ı aldılar. Yaklaşık bir ay sonra dört gün boyunca Kars’a saldırdılar ve güçlü kalibreli toplar yerleştirilen müstahkem mevzi ve sayısız savaş araç gereçlerine rağmen Türk ordusu Kars’ı aldı. Daha sonra sıra Ardahan’a geldi ve Aras boylarındaki 5 günlük yürüyüşten sonra Gümrü de Türklerin eline geçti.
İşte bu askeri güç, yani üç kat daha donanımlı ve güçlü olan Türk ordusu, savaşçılıkları ve kahramanlıkları ile ünlü olan efsanevi Kürt direnişçilerinin mevzilerini ele geçiremedi. Kürt savaşçılar askerleri esir aldıkları gibi 12 vilayeti de ele geçirdi. Bu başarılar karşısında ordu, 80 bin ila 100 bin arasındaki yedek askerleri de göreve çağırdı. Lakin bütün bu süreç içinde Kürtlerin ne bir savaşçı genelkurmayı ne de düşmanının hareketlerini takip edebilecek uçağı vardı. Türk Genelkurmayının 4 ay boyunca kırmak için kıyasıya mücadele ettiği, mucize ve üstün kahramanlıklarla dolu olan bu başkaldırıya (ki Kürtler yeniden deneyecek) dair yanlış fikirlerin olması ve hatalı değerlendirmelerin yapılması son derece üzücüdür.
Yüzyılımızın bütün yıkım araçlarına rağmen bu asil halkın yiğitliğini ve yurtseverliğini gösteren ve onların dik duvarlarla çevrili sağlam bir şehire benzeyen ruhlarının yıkılmazlığını gösteren daha çarpıcı başka bir örnek yoktur. Kürtler, üzerlerine yağmur gibi yağan mermilere rağmen ellerinde hançerlerle savaş arenasına koşuyor ve bağırıyorlardı: “Yaşasın Kürtler ve yaşasın Kürtlük!”
IV. BÖLÜM
Başkaldırının örgütlenmesi
Büyük yurtsever, görkemli şehit, Cibran aşiretinin reisi Albay Halit Bey’in organize ettiği o meşhur “Kürt Komitesi”nden bahsetmenin henüz zamanı gelmedi. Türklerin yayınladığı raporlara dayanarak bu başkaldırının askeri ve sivil önemini elimden geldiğince anlatmaya çalışacağım.
Türkler bu başkaldırının önemini çabucak kavradılar. Komşu bölgelere yayılmaması için derhal ciddi önlemler aldılar. Kürt birliklerinin hareketleri ve ilerleyişine dair bilgi yaymak, haber yapmak, hem ülke içinde hem de ülke dışında yasaklandı. Bu süreçten sonra güney ve doğu sınırları tamamen kapatıldı. Bir köyden bir köye gitmek dahi izin belgesine bağlandı. Şüpheli görünen siviller sert şekilde darp edilerek tutuklandı.
Ayaklanmanın genele yayılmamasının sebebi, Kürt Komitesinin lider kadrosunun belirlediği tarihten önce başlaması ve birliğin sağlanmamasıdır. Öyle ki Kürtler kendi avuçlarındaki Türk birliklerini darmadağın etmeyi başarıp 12 vilayetin hepsini aldığında mağluplar birliklerinin durumlarının parlak olduğuna dair yalan haberler yayınladı ve başkaldırının liderlerini yakalayıp astıklarını iddia ettiler.
Türkler, hala başkaldırıya katılmayan aşiretleri, başkaldırının bastırıldığına inandırmak için çaba sarf etti. Aşiretleri, şayet sert bir şekilde cezalandırılmak istemiyorlarsa, başkaldıran Kürtlere katılmamaları gerektiği sözleri ile tehdit ettiler. Şehirlerinde yabancı konsolosluk bulunmayan ve dünyanın geri kalanıyla ilişkileri bilinçli bir şekilde kesilen Kürtler, Avrupa devletlerine başkaldırının gerçek sebeplerini ve başkaldırı esnasında elde ettikleri başarıları anlatamadı. Türkiye'nin sınırlarını aşan haberler, yine Türkler tarafından üretilen yalan haberlerdi. Türk siyasetini bilenler, bu verdiğim bilginin ne kadar doğru olduğuna rahatlıkla inanabilirler. Yine de birkaç örnek vermek istiyorum.
Şayet İstanbul basınına ve İstiklal Mahkemesi (Diyarbekir) tutanaklarına bakarsanız, iddia o ki, işgal ettikleri şehirlere önemli yatırımlar yapılmış Kürtlere valilik gibi önemli görevler verilmiş lakin Kürtler bu görevlere gitmedikleri için yerlerini sivil Türk memurlara bırakmışlar.
Lakin gerçeğe bakıldığında, bazı bölgelerde tutuklular için sadece toplama kampları yapılmış ve hiçbir zaman görevine gitmeyen Türk memurlara maaş ödenmiş. İşin kötüsü ise eğitimli Kürtler, en fazla alt subay ya da vasıfsız subay olarak atanmış.
Arnavutluk, Yemen ve “Hauran”daki isyanlar politik olarak Kürtlerin başkaldırısı ile karşılaştırılamaz. Bunlar düşmanlarının propagandalarının aksine ulusal birliklerini sağlayıp ciddi bir şekilde örgütlenmemişlerdi. Lakin bütün bu halklar doğudaki barış ortamının ancak ulusal taleplerinin karşılanmasıyla sağlanabileceğini belirtti ve tüm dünyanın bu gerçeği anlamasını sağladılar.
İçinde kötülük barındırmayan Kürt halkı, operasyonların seyrini dikkatli bir şekilde takip etti. Milletler Cemiyetinin delege üyeleri ise Kürtlerin varlığını, kendi dillerinde eğitim görme hakkını ve kendi yasaları ile yönetilme ihtiyaçlarını yüksek sesle ilan etmişlerdi. Buna rağmen Türkler, kötü niyetlerini gizlemeden, bütün ihtişamları ile kendilerine hizmet eden, ülkenin dört bir yanında kendileri için savaşan bu halkın haklarını kategorik olarak reddetti.
Türkler insan hakları konusunda da endişelenmeden, bütün cesaret ve soğukkanlılıkları ile dünyaya şu mesajı verdi: “Haklarını isteyen kuzey Kürtlerini katledeceğiz, daha sonra Musul’a yürüyeceğiz ve oradaki Kürtlere de aynısını yapacağız.”
Türkler nezdindeki art niyet, savaş öncesi var olan vatanseverlik bilinci ve savaş sonrası ateşkes sürecinde Kürt halkının hakları için Versay’a bir delege gönderen ulu şehit Şeyh Abdülkadir öncülüğünde kurulan “Kürt Hayırsever Cemiyeti”nin iyi niyetli çalışmalarına rağmen devam etti. Bu cemiyet, gerçekten de ülkeye büyük hizmetlerde bulundu lakin Türkler tarafından kapatıldı. Lakin kapatılmadan önce de kitleler nezdinde derin yurtseverlik duygusu oluşturmayı başardı. Daha sonra bu başkaldırıyı örgütleyen ulu yurtsever Xalit Begê Cibrî, ikinci bir cemiyet kurarak Kürt toplumu içindeki yerini aldı. Kürt toplumu nezdindeki sefaletin bitmesi için ağaların mallarını ve gençlerin de canlarını feda ettiği günler devam etti. İçine kapanan Kürtler Kürtçeyi zaten resmi dil olarak kabul ederken, insanlar kendi dilinde öğrenme hakkı ve kendi edebiyatları hakkında konuşmanın meşru zevkini tadarken, gençler ateşli bir biçimde bağımsızlıktan bahsederken, çobanlar dağlarda kavalları ile tatlı ve dokunaklı ezgiler çalıp şarkı söylerken ve milli şehitlerinin onuruna bestelenen marşları dillendirirken de Türkler hiçbir şekilde silahı bırakmadı.
Arnavut ve Arap isyanlarının verdiği derslere rağmen kendi hatalarını düzeltmek istemeyen bugünün Türk siyasetçileri, asla bitmeyecek olan Kürt başkaldırıları karşısında diz çökecekler ve Kürtlerin haklarını tanıyacaklardır. Yaptıkları hatalar ile ülkeyi kendileri ile birlikte çöküşe götürmek istemiyorlarsa geç olmadan Kürtlerin haklı talepleri karşısında boyun eğecekler.
Not: Kürtler özgürlüğün anası ve büyük devrim ile özgür halk modeli olan Fransa’nın yirminci yüzyılda Türklerin suçlarını destekleyerek kendi davalarına zarar verdiğini düşünebilir.
Seyid RIZA mektubunun olmadığını savunanlar şimdi ne diyecek?
Nuri Dersimi Seyid Rıza adına yazmış diyorlardı.
Seyid Rıza'nın bilgisi yoktur diyorlardı
Aslında Seyid Rıza'nın mektubu İstanbul Fransız elçiliğine yazılmıştır.
Tarihçi Sedat Ulugana belgesini yayınladı ve şunu diyor:
"Seyit Rıza'nın 1937 yazında kaleme almış olduğu mektubun aslında Nuri Dersimi tarafından Suriye'de yazılıp gönderildiği savı yıllardır farklı cennahlar tarafından iddia ediliyordu.
İş bu belge bu savı çörütmektedir. Mektup Dersim'den istanbul'daki Fransa elçiliğine gönderilmiş"
İşte belgesi: