DÊRSIM
KALAN
Bajarê mirovên suruştî
''Kürtleri türkleştirmenin en etkili yolu, türklerle kürtlerin aynı okullarda okutulmasıdır. Diyarbakır, kuvvetli türklük merkezi olmak için tedbirlerimizi kolaylıkla işletebileceğimiz olgunluktadır. Dersim vilâyetinin teşkili ile askerî bir idare kurulması ve Dersim ıslahının programa bağlanması lâzımdır. Erzurum’un içeride kürtlüğe karşı sağlam bir türk merkezi haline getirilmesi gerekli, ki, boşaltılan ermeni köylerine kürtlerin yerleştirilmesinin engellenmesi de ayrıca gereklidir.''
İmza: Atatürk (türklerin babası)
Koyê Dêrsim warê ma wo
Kurdistan welatê ma wo
GENOCIDE of DERSIM May 4th, 1938
|
Koyê Dêrsim, koyê ma wo - Kurdistan welatê ma wo.
Koyê Dêrsim, Çiyayên Dêrsimê, Dersim dağları
Koyê Dêrsim, Çiyayên Dêrsimê, Dersim dağları
Koyê Dêrsim, Çiyayên Dêrsimê, Dersim dağları
Dersim’de tan ağarırken Riya Haq duası:
"Tanrım, ilk önce dağa taşa ver, hayvanlara ver, ormana ver, suya ver. Ondan sonra insanlara, kapı komşuya, muhtaca ver, kalırsa en son bana ver"
Bu resme iyi bakın!
Sırf bir Kürdistan şehri olduğu için imar edilmiyor.
Şimdi bu nehir şehri dünyanın başka bir ülkesinde olsaydı, en az 0N tane muhteşem ve sağlam taş köprüsü olurdu bu nehrin üstünde..
Ama bu şehir kürdlerin şehridir, Dersim'dir ve türklerin eli altındadır..
Ondan yoktur bu şehrin sağlam bir köprüsü Munzur'un üzerinde..
Sömürge idaresi türk Sıkıyönetim Kanunu olan 2884 sayılı Tunceli İlinin İdaresi Hakkındaki Kanun 25 Aralık 1935'ta çıkarıldı ve Dersim’in adı Tunceli (‘Tunç Eli’) olarak değiştirildi.
"Tunç Eli" 1937-38 Dersim soykırımına atıftır.
- ''Dersim’e müdahale edilmeli.''
- ''Kürtlerin ekonomik güç elde etmeleri engellenmeli''
- ''Kürtler asimile edilmelidir.''
''Kürtleri Türkleştirmenin en etkili yolu, Türklerle Kürtlerin aynı okullarda okutulmasıdır. Diyarbakır, kuvvetli Türklük merkezi olmak için tedbirlerimizi kolaylıkla işletebileceğimiz olgunluktadır. Dersim vilâyetinin teşkili ile askerî bir idare kurulması ve Dersim ıslahının programa bağlanması lâzımdır. Erzurum’un içeride Kürtlüğe karşı sağlam bir Türk merkezi haline getirilmesi gerekli, ki, boşaltılan Ermeni köylerine Kürtlerin yerleştirilmesinin engellenmesi de ayrıca gereklidir’…
''Dersim bölgesinde yaşayan kürdler 'Dimilice' konuşuyorlar.
Dilleri Kürdçe'den ayrı değil ve Kurmanclarla günlük hayatta hiç bir sorun yaşamadan kaynaşıyorlar.''
Vladimir Minorski, Kürtler
Xuraka Dêrsimê: Zerfet û Sira kurt ( Serbidev)
Dersim is burned by islamist Turkish Army many times since 1938. This picture is from 2018
Kürdistan Tarihinde Dersim, Nuri Dêrsimî, 1960
Gava kurdan dibin bo qirkirinê 1938
Dersim'de işgalci-katil islamist türk ordusu'nun esir aldığı kürd savaşılarına ve çocuklara yaptığı susuz bırakma işkencesi, 1938
DERSİM KIYAMINDA
KÜRDLER ARASI DAYANIŞMA ÖRNEKLERİ
Şeyh Said Efendi'nin küçük kardeşi Şeyh Abdurahîm (1897-1937) Dersim Kiyamına yardım amacıyla sürgünde
bulunduğu Rojava Kürdistanı'ından Dersim'e doğru gelirken, Diyarbekir'in Bismil ilçesi yakınlarında
bir
ihbar üzerine türk ordusu tarafından pusuya düşürelerek, üzerinde gittikleri ekin arazi güzergahı
ateşe verilmek suretiyle yanındaki yoldaşlarıyla birlikte şehid ediliyorlar. (Cumhuriyet Gazetesi).
Dersim Kıyamıı’nda Berazi kürdleri savaşçı göndermiş. 28 Temmuz 1937.
Kobanî o sıralar Cerablus’un bir nahiyesidir.
Naziler'in ilerleyen zamanlarda Yahudi ve Çingeneler üzerinde yapacağı kitle imha silahlarının ilk denemeleri türk devleti eli ile Dersim'de yapıldı.
Belgesi de imzalarıyla birlikte ektedir.
Toplu imha silahlarının bir halka yönelik olarak kullanılması katliam değil soykırımdır (genocide)!
Türkiye'nin Dersim'de kürd katletmiş yüksek rütbeli KATİL türk ordu
mensuplarına verdiği madalya.
Kurdish peasants have been gathered by the Islamist Turkish army to be genocide, 1937 in Dersim. Hundreds of thousands were killed, wounded, exiled, taken as war slaves by Turks
according to the islamic war law
Pira li Çemişgezek Tagar
''Doluca - Nazimiye''
Pulumur
WÊNEYÊN TERTELEYA DÊRSIMÊ 1936-1937
Foto: Dêrsim Kürdleri protesto sırasında 1911
Ağustos 1938 de Dêrsim büyük bir tatbikat ve manevra alanıdır.
"Dêrsim’de görevlendirilen ordu birlikleri ; VI. Kolordu, I. Tugay ve Diyarbakır, VII. Kolordudan iki tugay, Tokat’tan VII. Kolordu, Erzurum’dan IX. Kolordu ve iki Tugay, Ararat Komando Taburu, Beyazıd İkinci Suvari Alayı, Urfa 14 Alayı, Tank taburu, 5 bombardıman ekibi.
Bunlar ; 19 adet Breuguet ve Polonya malı P.Z.L. bombardıman uçaklar, Curtiss*Hawk casus uçakları, Vulte arama tarama, saldırı uçakları, Smolik, arama-tararma, bombardıman uçakları, Henkel; büyük bombardıman uçakları; toplam 50 uçak.
Dêrsim deki askeri operasyona katılan asker sayısı ; 35-37.000 kişi, 11.000 hayvan. At, katır, deve ".
Turk soldier Akim, A Muslim Turkish solider from the Muslim Turkish Army
"September 12: We woke up early in the morning. Once again, we are ordered to raid the mountains. In the daytime, we are busy with beheadings".
A Muslim Turkish soliders diarie: We beheaded people all days long
A Turkish historian recently discovered the diary of a Turkish soldier who took part in the 1937-38 genocide in the Kurdish-majority province of Dersim..
When Dersim’s population rebelled against the Turkish military's increasing presence in the area, a brutal crackdown was instigated by Ankara.
Thousands of Zaza Kurds, as well as Armenians, were killed or internally displaced by the Turkish military campaign. Rebellion leader Seyid Riza and his son were hanged on November 15, 1937, in Dersim’s Elazig Bugday Square.
Turkish historian Zainab Turkilmaz is a university instructor who has long been working on Ottoman and modern Turkish history.
In August 2019, while searching the Ataturk Internet Archive, she discovered the diary of Turkish soldier named Yousif Kanaan Akim, who tells of the brutal Turkish army campaign through his own lens.
"I was searching among the online archives of Ataturk. One of the key words I was searching was Dersim. While searching, I came across the diary of the Turkish soldier," Turkilmaz told Rudaw.
Turkilmaz, who has been working on a book on the Dersim massacre since 1999, "immediately downloaded the document."
"This document is one of the most precise and important sources, full of information with plenty of details concerning the massacre," she said.
She told her friends about the document, and they too tried to find it. However, it then "appears to have been deleted from the archive or re-saved under a different file name," she said.
Soldier Akim was a native of the northern Turkish coastal city of Samsun. He appears to have written in his diary on a daily basis while his unit moved from Dersim province village to village, town to town, massacring Kurds.
"Some of the diary’s pages cannot be read due to the smudging of pen ink among the pages," Turkilmaz told Rudaw on Monday.
Akim details his free time habits, including trips to the cinema and reading novels. He also talks about his lover, Nadima, who says she sent messages to him while he was on the battlefield.
The Turkish government has repeatedly put the Dersim massacre’s official toll at over 13,000 dead; Kurdish sources put the number closer to 60,000.
In 2011, Turkish Prime Minister Recep Tayyip Erdogan mentioned this massacre.
After Turkilmanz spread news that she has found the diary, she received mixed messages of appreciation and criticism from the public.
"Some people warmly welcomed the efforts I have put in to document the Dersim massacre and to find this diary, while others criticized [it]... saying that I must pay the price of antagonizing the state," she added.
Some of the daily activities the soldier had noted in his diary include:
August 11: Earlier today, we stormed the village of Yalan Dagi, but there was no one there. We have brought tools with us and are waiting for orders to demolish the village.
As we continued our raid, we managed to discover ten Kurds. Two of them were killed by our unit, some others were wounded and taken hostage. At 11:30 am we burned down Zozoloja, another village.
August 12: It was early in the morning when we heard mortar shells and planes. The Kurds have been besieged. They are in a terrible situation. We discovered a cow, three sheep and 15 goats in the forests. We butchered and ate them all.
August 13: Our unit discovered 20,000 sheep at a valley and captured 50 Kurds.
August 19: We are right behind Ziyarat hill, waiting to receive reinforcement. We were very hungry, so we searched a few caves and discovered flour, and made bread from it. It is very cold here. The snowfall is well above the knee.
August 18: At 7:30 am in the morning, we advanced from Zazawa farm towards the villages of Pulur and Cevizli. We burned all the villages on our way. We discovered a cave with 100 goats in it. We spotted a strange scene; a Kurdish woman had hanged herself to death. We returned at 9 pm to a village called Karaoglan, spending the night there.
September 3: We have reached the outskirts of the town of Cevizi. At midnight we packed our tents, left, and stopped by the shore of a river at 7 am. We almost died of thirst, but could not drink the river water because of the dead bodies that had contaminated it. My legs were almost broken, as we had come a long way. Oh God, please get me out of here. Enough with all the pain and suffering that I have endured.
September 5: With my officer, we went to Hozat Bath. We were very exhausted. Taking a shower restored our energy.
September 7: We reached a village today. The soldiers looted homes, discovered beehives. The bees stung the faces of some of the soldiers. On the night of the same date, we climbed the mountains to stand guard until early in the morning. We could see the sheep and the dead bodies down the mountain. I was very sleepy while standing guard.
September 10: Today, we raided all the forests and the open terrain. Our units brought with them the skulls of the rebels. A soldier in our unit named Rushan is in charge of the beheadings. He beheads anyone when ordered to do so.
September 11: Today, we will raid all the mountains. We cannot go into the valleys, due to the multiple dead bodies. The weather is very cold and we are about to freeze to death. In the nighttime, we are all loudly screaming, crying for our mothers.
September 12: We woke up early in the morning. Once again, we are ordered to raid the mountains. In the daytime, we are busy with beheadings. Today we discovered some oil, so we will cook rice.... I no longer feel I am a human being. I am a shambles.
September 15: Today, we stormed the village of Soyotlo. We mobilized all the suspects. We shot dead Ibrahim Agha, the son of the head of Koch tribe.
From September 25, the soldier takes a break for a few days.
October 7: Today I weighed myself. I was 61 kilograms. Dersim made me fat.
Until the end of 1938, the soldier continues to write his diary on Dersim. He writes no toll for the number of massacred people. From the beginning of 1939, he no longer writes about Dersim; the reason is unclear.
On August 31, 1939, however, he writes a note to whoever discovers his diary: Please do not read this diary, just return it to this address: Yousif Kanaan Akim in the Dersim mountains.
07-01-2020
Dersim Soykırımı ve ‘Kötülüğün Sıradanlığı’
Dersim soykırımında SUÇ İŞLEMİŞ olduğunu itiraf eden katil bir türk askeri Yusuf Kenan Akim
Bir askerin günlüğünden korkunç Dersim katliamı itirafları:
Dersim soykırımında SUÇ İŞLEMİŞ olduğunu itiraf eden katil türk ordusu mensubu bir türk askerinin tuttuğu günlük
Yusuf Kenan Akim adli işgalci-katil türk ordusu askeri Yusuf Kenan Akim'ın hatırasını yazdığı Ece Ajandası'nın kapğağı
Från dagboken av en turkisk soldat, Yusuf Kenan Akim som deltog folkmordet i norra Kurdistans Dersim provins 1938: "3 september "11 september "12 september Dersim’e gidiş “X yok yok.... X.... Yılın özeti Ajandanın son kısmında ise gelir gider kaydı için ayrılan bölüme, ‘Bu ayda doğanlar’ başlığı altında kız ve erkek isimleri yazar, ve bu aylarda doğanlara dair horoskoptan alınma karakter tahlilleri ekler. Geri kalan sayfalarda kısa bir gelir gider hesabından sonra yılın hulasasına dair notlar tutar. “Temmuz: 27 Temmuz 938de Dersime, Kürt üstüne hareket ettik Ağustos: Bu ayı da Dersimde geçirdik, çok izdirap çektik Eylül Yine Dersimdeyiz. Elazığından geri döndük. Dağları tarıyoruz” Sarsıcı bir metin Osmanlı- Türkiye çalışmalarında sıradan hayatlara dair hatıratlarla çok nadir karşılaştığımız için bu defter tarihçilerin geneli açısından sunduğu açı itibariyle kıymetli bir kaynak türü. Ancak Dersim meselesi özelinde bakıldığında ise, bu hatırat araştırmacıların hali hazırda bildiği ve yazılı ve görsel olarak ürettiği Dersim 1938 anlatısının detaylarına katkıda bulunmakla kalmıyor, aynı zamanda ona radikal bir müdahale imkanı da sağlıyor. Kişisel olandan başlamam gerekirse, 1999 yılından beri Cumhuriyet’in Dersim siyasetini çalışan, bu konuda yazılmış şiddet tahayyülü, planı ve uygulaması içeren sayısız rapor ve belge okumuş, mağdurlarıyla görüşmeler yapmış ve bu konuda yazılmış birçok yazı, çekilmiş film ve belgesel seyretmiş bir tarihçi olmama rağmen, bu metin benim için hem duygusal hem de entelektüel açıdan beklemediğim kadar sarsıcı oldu. Tarama operasyonun anlatıldığı bu iki ayda belki Dersim 1938’e dair yepyeni, hiç kimsenin, en azından Dersimlilerin bilmediği bir şey söylemiyor bu hatırat. Ancak sayılamayacak kadar, failinin de saymak ihtiyacı duymadığı kadar çok bir ölme, öldürülme hali tasvir ediyor. Yerden makinalı tüfek ve askerle, gökten uçaklarla saldırılan Dersim’in bir ucundan ötekine, dağıyla nehriyle, hayvanıyla insanıyla tüm canlılarının tarumar edilmesini, bunun karşısında korkuyu ve direnişi de not ediyor. Ancak burada resmi raporlardaki soğuk, analitik ve ‘Devletin bekası için elzem ve caizdir’ gerekçelendirmesini ya da milliyetçi çerçevenin tutkulu savunmasını görmüyorsunuz. Yani Fevzi Çakmak’ın meşhur ve meşum ifadesiyle, ‘Dersim okşamakla kazanılmaz. Müsellah kuvvenin müdahalesi daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim evvel koloni gibi nazarı itibara alınmalı’ kararlılığı yok bu hatıratta. Ya da Dersim harekatın sembol yüzü, Cumhuriyet neferi Sabiha Gökçen’in ‘Hareket eden her şeye ateş ettikten’ sonra Atatürk’ün ona ‘düşman’ eline geçme ihtimaline karşı verdiği silahı kendisi için kullanma ‘adanmışlığı.’ Ne anılarında Dersim’de yaşananları ve daha önemlisi bir piyade olarak kendi yaptıklarını ‘Okuyucularımdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum’ diyerek anlatmayı reddeden Orgeneral Muhsin Batur gibilerin farkındalığını, ne de yaşlandıkça ağırlaşan hatıraları göz yaşlarıyla anlatan askerlerin pişmanlıklarını okuyorsunuz bu satırlarda. Sıradan Kötülük Tam tersine karşınızda gördüğü, yaşadığı ve hatta faili olduğu bütün vahşeti büyük bir kayıtsızlıkla anlatan adeta Hannah Arendt’in Eichmann yargılanmasından yola çıkarak kavramsallaştırdığı Sıradan Kötülüğün (Banality of Evil) vücut bulmuş hali var. Bu askerin, tercihiyle değil de emir komuta zinciri içerisinde Dersim’e geldiği malum. Hatta yaptıklarının çoğunu, belki de hepsini verilen emir icabı yaptığını ve itaatsizliğin ağır bedeli olacağını söylemek de mümkün. Her ne kadar Dersimlilerin anlatılarında onları gizlice kurtarmaya çalışan, ya da gözyaşlarıyla emre itaat eden askerler de yer alsa da çoğunlukla bunların Alevi ya da Kürt askerler olduklarını da vurguluyorlar. Elimizdeki hatıratta ise herhangi bir pişmanlık, soru işareti, acıma, merak, korku, ya da kan tutması gibi bir vicdani tepki göremiyorsunuz. İnandığı bir davaya dair ya da karşısındakini düşman gören bir ifade de yok yazdıklarında. Her gün ölümlerine şahit ve sebep olduğu insanların kim olduğuna ve neden bunlara maruz bırakıldığına dair en ufak bir açıklama ya da merak ibaresinin olmaması son derece çarpıcı. Hedeftekilerden sadece Kürtler diye bahsediyor, birkaç kez de ‘Asi’ kelimesi geçiyor. Ancak ne isyan ne de başka bir türlü bir fiilden bahsediyor. Askerin anlatısında, ne niye başladığı, ne de ne zaman biteceği mühim. Dersimlilerin kayıtsız ve hesapsız öldürülebildiği ve kimsenin de çok kafa yormasını gerektirmeyen, sonsuza kadar sürebilir bir öldürme halini okuyorsunuz kısacık notlarda, sayfalar ve günler boyunca. Sonunu bildiğiniz, planlarını okuduğunuz bir trajedinin, adım adım inşasını takip ediyorsunuz bu sıcağı sıcağına tutulmuş notlarda. Ne zamanın getirdiği pişmanlık, ne de emir komutayı sorgulama isteği, sadece ölüm var bu satırlarda. Dersim harekatı öncesi ve sonrası yazdıklarına baktığınızda ise, sağınızda solunuzda gördüğünüz herhangi bir insandan ayırt edemeyeceğiniz, romantik ve körkütük aşık genç adamın vücudundan ayrılmış kafaları, cesetlerle dolu nehirleri, yakılan köyleri not ederken okunan duygusuzluk ve vaka-i adiye hissi, alışkın olduğumuzdan farklı bir fail tipini ortaya çıkarıyor. Öyle ki 9 Eylül’de yazdığı notta da görüleceği üzere X ya da Nedime, bulunduğu duruma duyduğu kızgınlıkla, kesilen kafaların ortasında aklına geliveriyor. Belki bazen bir kaçış ve ya sığınma olarak, ama çoğunlukla uyguladığı ve gördüğü şiddete duyduğu kayıtsızlık olarak. Bu durum, Dersim özelinde fail profilini karar alıcılardan ‘sıradan’ uygulayıcılara genişletmekle kalmıyor, aynı zamanda fail tanımlamanın, genel olarak bütün toplu şiddet ve soykırım deneyimlerinde çetrefilli bir mevzu olduğunu da kanıtlıyor. "Buralarda çok sefil kaldık... Bu hatırattaki askerin failliği aynı zamanda kendisine atfettiği mağdurlukla tanımlı. Aklından çıkmayan ve vefasızlıkla suçladığı aşkının yanı sıra, duygusal tepki doğuran tek diğer durum, hatıratın sahibinin çektiği ‘acılar’ ve bulunduğu yerden duyduğu memnuniyetsizlik. Ancak bunun sebebi Dersimlilerin maruz kaldığı şiddet, ya da bu şiddetin uygulayıcısı olmak değil. Dersimliler yok edilirlerken, askerlerin kendilerini içinde buldukları coğrafi ya da fiziksel zorluklar. Kelimelerimle tasvir etmekte zorlandığım için yine hatıratın kendisine bırakayım sözü: “3 Eylül Cevizli ilerisindeyiz. Gece saat 12de çadırlarımızı sökerek Pertek’ten hareket ettik. Sabaha kadar yol yürüdük. Nihayet saat 7de bir su kenarında konakladık. Fakat derenin içi insan leşleriyle dolu olduğundan, susuzluktan öldük. O kadar yürümüşüz ki ayakta duracak kuvvetim yok. Ya Rab sen kurtar bizi buralardan...” “11 Eylül Bugün de dağları tarıyoruz. İnsan leşlerinden derelere girilmiyor. Burası o kadar soğuk ki adeta donuyoruz. Gece herkes of anam diye ağlıyor. Dünyanın en büyük cefasını biz çekiyoruz. Bu günlerimde hep seni düşünüyorum X, hep seni.” “12 Eylül Bu sabah erkenden kalktık. Yine dağlarda tarama harekâtı yapıyoruz. Her gün kafa kesmekle uğraşıyoruz….. yan yazı: Bugün arkadaşlar yağ bulmuşlar, pirinç aldık, güzel bir pilav yapıp arkadaşlarla yedik.” 2. yan yazı: Artık insanlıktan çıktık, çok perişan olduk.” “5 Eylül Bu gece Hozat’ta kaldık yine. X--- onu rüyamda gördüm. Toprak üstünde yatmaya o kadar alışmışız ki, görüyorsunuz rüya bile görüyoruz. Bugün başefendi ile birlikte Hozat’ta hamama girdik. Birkaç gündür çok harab olmuştuk. Hamamda bütün yorgunluğumuz çıktı.” “16 Ağustos Bu gece de Ziyaret Tepesinde arkadan kuvvet bekliyoruz. Aç kaldık, mağaralara girdik . Kürtlerin bıraktığı darı undan dürüm yaparak yedik. Burası çok soğuk, kar diz boyu...” Şahidin yükü Yıllarca isyan anlatısı içinde suskunlaştırılan, yaşadıkları yok sayılan Dersimliler, vücutlarında ve ruhlarında taşıdıkları soykırım izlerini de, kurtulmaya çalışmak bir yana, katledilen akrabalarına ve kırılan Dersim’e şahitlik etmek için, beraberlerinde taşıdılar. Bunun yakın zamandaki en güçlü örneklerinden birisi 1938’de beş yaşında olan Hüseyin Akar’ın gözlerinin önünde, üstlerine gaz dökülerek yakılan elli beş köylü ve akrabalarının hikayesini, ‘1938 benim için ayrı bir dünyadır. Bu dünyayı tekrar yaşamak istemiyorum. Fakat bu dünya beni bırakmıyor...orada yanan bendim’ sözleriyle anlatmasıdır. Askerin kum torbalarıyla uçaklardan atılmış emirler çerçevesinde ‘yol boyu’ yaktığı köylerden bir tanesi midir Hüseyin Akar’ın köyü bilinmez, ama elimizdeki hatıratın okuyucusuna aktardığı, şiddeti kanıksamış, kan tutmayan fail tipi Dersim çalışmalarına iki türlü katkı sunuyor. Öncelikle şu ana kadar nasıl ve ne kadar çok öldürüldüklerini kanıtlamaya çalışan Dersimlileri, şahitlik yükünden kurtarır. Hikayeyi planlardan, krokilerden, ya da Muhsin Batur’un sessizliği üzerinden, ya da arşivden çıkacak bomba alımı belgesinden değil de, faillerin anlatısı üzerinden kanıtlamayı mümkün kılıyor. Ölüm saçan uçaklar, cesetlerle dolu nehirler, kesilen kafalar, canlı yakalanıp öldürülen insanlar, köy yakmaları, el konulan hayvan sürüleri ve mağaralarda hayata tutunma mücadelesi Dersimlilerin 1938 anlatısının özeti. Ancak buradaki önemli bir fark askerin bunu yaparken, ya da yapmadan önce emir beklerken, yine kan dondurucu bir sıradanlıkla , ya da kendine dair bir mağduriyet hikâyesiymiş gibi anlatmasında: “11 Ağustos Bu sabah erkenden karşıdaki köye baskın yaptık. Fakat köyde kimse yoktu. Yakılması için haber bekliyoruz. Hafif makina Yılan Dağı’nı kurşunla dövüyor. Bugün dağları tararken 10 Kürt çıktı. İkisini bizim bölük vurdu. Bir kısmı yaralı kaçtı, bir kısmı da yakalandı. Şimdi yani 11:30’da Kozluca (tam okunamadı) köyünü yakıyoruz.” “18 Ağustos Sabah saat yedi buçukta Zara’nın nahiyesinden hareket ettik. Pülür’e, sonra Cevizli köyüne geldik. Yol boyunca olan bütün köyleri yaktık. Dağ içinde bir kulübeye girdik. 100 keçi bulduk. Ve meşum bir vaziyet karşısında kaldık. Bir Kürt kadını kendisini iple asmış. Bir (okunamadı) çökelek süt de bırakmış. Gece saat 21’de Karaoğlan’a geldik. Geceyi burada geçirdik.” Yukarıda da değindiğim gibi, bu hatırat Dersim Soykırımı’nda planlayıcı kadroları ya da Sabiha Gökçen gibi yüksek profillere sıkıştırılmış fail profilini daha genişleterek, sıradan insanların emir komuta zinciri dahilinde nasıl katılım gösterdiği detaylandırarak bu kadar büyük bir katliamın nasıl hayata geçirildiğin anlamamızı mümkün kılıyor. Dersim’e gelmek üzere silahsız sıhhiyeci olarak ayrıldığını belirten hatırat sahibi, tarama operasyonları boyunca kişisel olarak yaptığı sıhhiyeye dair bir faaliyet kaydetmediği gibi, burada da kendine dair çok nadir olarak bireysel ifadeler kullanıyor. Sadece bir kez, 14 Ağustos’ta, ‘Bugün Ovacık’a geldik, bir iki el silahı kullandık’ notuyla bireysel fiilini not ediyor. Bir başka örnekte ise kendisinin değil ama bir erin bireysel fiilini not etme ihtiyacı duyuyor, o da kafa kesmelere dair: “10 Eylül Bugün dağlar ormanlar tarandı. Bizim bölük, azılılardan birisinin kellesini getirdi. Başka bir bölük de Seyithan’ın kafasını getirdi. Bizim bölükte Ruşen isminde er var. Bütün kafaları o kesiyor. Buralarda çok sefil kaldık...” Onu dışındaki bütün hareketleri, faaliyetleri ve özellikle öldürme, yakma gibi fiilleri bölük olarak, birinci çoğul şahıs kullanarak üstleniyor. Girişte alıntıladığım 9 Eylül notuna tekrar dönersek, kafaları kesen de, kahraman olarak anılan da, bölük. Öyle ki Dersimliye karşı faillik de, kahramanlık da, bir kolektifin parçası olarak mümkün ve manalı. Hakeza 15 Eylül’de yazdığı kısa not da benzer bir şekilde anlatır yüksel profilli bir asiyi daha imha etme başarısını: “15 Eylül Yan yazı: Bu gün Söğütlü köyünü taradık. Şüpheli insanları topladık. Koç Uşağının ele başısı olan İbrahim ağayı bugün dere içinde kurşunla öldürdük...” Öldüren kurşun hatıratı yazan askerden mi çıkmıştır diye merak ediyor insan.. İbrahim Ağa’yı kim bulmuş, nasıl teşhis etmiştir, Koç Uşağı kimdir onu da yazma ihtiyacı dahi duymamış. Sadece topluca tarayan, toplayan ve öldüren bir faillik tarif etmiş yeniden. Talan... Dönemin Başbakanı Erdoğan’ın Dersim açıklamaları üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Dilekçe Komisyonu’nda kurulan Dersim Alt Komisyonu’na Dersimlilerin yaptığı başvuruların birçoğunda, yaşadıkları insan kayıpları yanı sıra, uğradıkları maddi zararların da araştırılması ve tazmini talebi yer alıyordu. Her ne kadar maddi kayıplar yaşanan yıkım ve travma karşısında ikincil görünse de bu hatırat maddi talanın da nasıl bu operasyonun sıradan bir parçası olduğunu ortaya koyuyor. “12 Ağustos Sabah erkenden toplar ve tayyare sesleri etrafı sarsıyor. Kürtler ablukada şaşırmış bir vaziyetteler. Bugün orman içinde bir inek 3 koyun 15 keçi bulduk. Sırf bizim bölük kesip yedik. Bu gece de Yeşiltepedeyiz.” “13 Ağustos Bugün bizim bölük bir derede yirmi bin koyun ve 50 Kürt yakaladı.” Bütün bu talan hikayelerinde yazarın pek de hoşlanmadığını ve tasvip etmediğini hissettirdiği tek örnek askerlerin arı kovanlarına saldırısı gibi duruyor. Her ne kadar köye birlikte gelinmişse de, diğer askerlerin kendisinin de talan diye tabir ettiği şekilde saldırmalarını, özellikle de kovanlara girmelerini üçüncü çoğul şahıs zamiri kullanarak anlatmayı, kendini ayrı tutmayı tercih ediyor. Bu hassasiyetin sebebini bilmek mümkün değilse de hatırat sahibinin istediğinde tepkilerini, onaylamadığı durumları son derece nüanslı bir şekilde aktarabildiğinin bir örneği olarak akılda tutmak gerektiğini düşünüyorum. “7 Eylül Sabah erkenden ormandan hareket ettik, bir köye geldik. Bütün asker köyü talan etti. Bal peteklerine girmişler, çoğunun yüzünü, burnunu ve her tarafını arılar sokarak şişirmiş. Hasta bir vaziyetteler. İkindiye doğru bir dağ eteğinde çantalarımızı bıraktırdılar ve dağa tırmandırdılar. Sabaha kadar da sıradağ tepelerini bekledik. Hepimiz uykusuzuz. Dere içinden koyun sürüsü ve insan kümeleri görülüyor. Sabahı bekliyoruz. Çok susuz kaldık.” 1938: Korku ve Direniş Ölüm harici Dersimlilere dair çok az şey kaydetmiş bu hatırat. Boşalmış köyler, dağlara sığınmış köylüler, terk edilmiş mağaralar, kendiyle meşgul yazarın çok da detaylandırmaya gerek duymadığı durumlar gibi görünüyor. Ancak 8 Ağustos’ta tarama sırasında köylülerin korkuyla dağlara çıktığını, tarama sonucu bulduklarında da ‘Biz asi değiliz’ dediklerini kaydediyor. Benzer şekilde direniş de çok yer tutmuyor notlarında. Birkaç çatışmadan bahsetse de, onun bulunduğu yerden görünen, makineli tüfeklerle dövülen ve uçaklarla bombalanan dağlar ve gediklerinde sıkışmış, kaçışan ve takip edilmesi gereken insan ve hayvan sürüleri. Belki de Dersimlilere ve kalan direnişe dair kullandığı durumu özetleyen ifade 9 Ağustos’ta bir çatışma sırasında yazdığı iki kelimedir: ‘Kürtler ablukadadır.’ Sonuç 25 Eylül’de Dersim’den döndükten ve bir kaç gün izin kullandıktan sonra hatıratın yazarı yazıcı olarak askerliğine devam eder. Dersim’den döndükten sonra oraya dair belki ironik ama kesinlikle çarpıcı ilk not 7 Ekim tarihlidir ve şöyledir: ‘Bugün tartıldım, 61 kilo geldim, demek Dersim yaramış..’ 1938 sonuna kadar aldığı notlarda Dersim’e dair tekrar bir değerlendirme ya da harekatı takip ettiğine dair herhangi bir emare görünmüyor. Emirleri bölükçe uyguladıkları 2 ay sonunda, muhtemelen Dersim konusu bu asker için kapanmıştı. Hatıratı okurken hep ‘Acaba kaçırdığım bir şey mi var, yanılıyor muyum, acaba bu kayıtsızlığın, vurdum duymazlığın başka bir sebebi olabilir mi? Acaba başkalarının okuyabileceğinden mi korktu?’ diye düşündüm, düşünmek istedim. Ajandanın en başına, 13 Ağustos’ta Osmanlıca olarak yazılmış iki not bu beni daha da özenli okumaya itti: “Lütfen bu hatıra defterini bulursanız okumadan aşağıdaki adrese gönderiniz: Yusuf Kenan Akım Dersim dağlarında 13 Ağustos 938 Cumartesi günü’ Yanındaki sayfaya bu sefer de Latin alfabesiyle: ‘Lütfen okumayın, çünkü kendi hayatıma aittir. 14.8.1938, Pazar. Dersim” Operasyona dahil olduktan aşağı yukarı iki hafta sonra yazdıklarının başkaları tarafından okunmasının ona zarar vereceğini mi düşündü acaba? Eğer öyleyse bu tarihten önceki notların farklı olması beklenmez mi? Korktu mu? Öyleyse yazmaya, ve aynı şekilde yazmaya neden devam etti? Neden Dersim’den sonra ona dair başka bir şey eklemedi? Bu ve benzeri sorulara okuyucular kendisi açısından cevap verecektir elbette. Toplumsal şiddeti çalışan bir tarihçi olarak benim cevabım ne korku ne de endişe, askerin hatıratında iki ay boyunca tekrar tekrar göz önüne serdiği, kişisel ve bir kolektifin parçası olarak bir soykırım faili olduğu gerçeğini yadsıyamaz. Diğer bütün kolektif şiddet örneklerinde olduğu gibi, alışılagelmişin dışındaki fail portresi ve de fiillerin emir komuta zincirinde, neredeyse mekanik işlenmiş olması, Dersim’in geri dönüşü olmaz bir bicimde tarumar ve ‘ıslah’ edildiği gerçeğini değiştirmez ancak faillerinin ve sorumluluğun ne kadar fazla; ve bir kategori, ideoloji ya da duruma indirgenemeyecek kadar birbirinden farklı olduğunu gösterir. Dersim’in ıslahı projesi, tahlilleri, ırk kategorileri, planlaması, ve uygulaması açısından Osmanlı-Cumhuriyet soykırımları arasında Holokost modeline en yakın örnekti. Bu asker hatıratının ortaya çıkardığı fail tipi, bu benzerliğin önemli başka veçhelerinin de olduğunu gösteriyor. Merak ettiğim ikinci bir nokta da bu hatıratın nasıl olup da önce Samsun Halk Kütüphanesi’ne, ardından da Atatürk Kitaplığı’na kadar ulaştığı. Acaba yazarı araya zaman girince diğer bir iki örnekte olduğu gibi, failliğini kendisi mi ifşa etmek istedi? Pişmanlık mı duydu? Ya da ailesinden birisi, onun rızası ve belki de bilgisi olmadan bu hatıratı araştırmacılarla paylaşmak mı istedi? Başka senaryolar da akla gelse, ben bu iki ihtimalin çok önemli ve kıymetli olduğunu düşünüyorum. 2011 sonrasında Dersimlilerin taleplerinden birisi de Genelkurmay Arşivi de dahil olmak üzere devletin Dersim arşivlerinin açılmasıydı. Bu, her ne kadar meşru ve mühim bir talep olsa da, bu hatırat bize gösteriyor ki eğer bir yüzleşme ve ‘Bir daha asla’ deme ihtimali varsa, bu ancak ‘devlet-dışı’ başka arşivler ve hafızaların da bu sürece katılımlarıyla mümkün. Onun için bunun benzeri materyallerin ortaya çıkması, Dersimliler için bir iyileşme imkanı sunmakla birlikte, asıl olarak failler ve aileleri açısında bir ahlaki zorunluluk. Zira saklanan küçük bir aile sırrı değil, Dersim’in büyük yarasıdır. Tazmini mümkün olmayan karşısında hem tarih hem de ispatın yükünü sırtlanma sırası artık onlardadır... * Osmanlı tarihi üzerine çalışan Dr. Zeynep Türkyılmaz Forum Transregionale Studien ve Freie Üniversitesi Küresel Tarih programında misafir öğretim gorevlisidir. Kaynak: AGOS
JI BÎR MEKE - UNUTMA!
“3 Eylül “11 Eylül “12 Eylül
|
Dersim soykırımı Alman belgelerinde.. Bu belgeler türklerin Dersim'de ne yaptıklarını çok iyi göstermektedir.
İşgalci, İslamo-Faşist, katil türk devleti'nin Dersim'e dair beyanı:
Fevzi Cakmak: "Dersim cahildir. Zorunlu iskân uygulanmalıdır. Yüksek memurlara koloni (sömürge) yönetimlerindeki yetkiler verilmeli. Türklük telkini yapılmalı. Kürt kökenli yerli memurlar tümüyle bölgeden çıkarılmalı. Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Silâhlı Kuvvetlerin müdahalesi, Dersimli'ye daha çok tesir yapar ve iyileştirmenin esasını oluşturur."
Dersim Raporu
Genocide 1938 Dêrsim
SOYKIRIMDAN SONRA TÜRKLERİN DERSİM'DE SUBTİL AJANLAŞTIRMA FAALİYETLERİ'NDEN BİR ÖRNEK
AJAN SEYİT (Kanaat Önderi) YARATMAK FAALİYETLERİ
6 Nisan 1939 Tarihli Yeni Sabah Gazetesi Sayfa 5
Kazim Karabekir'in Dersim için sunduğu ''ajan seyid yaratmak ve halkı türk olduğuna inandirma uygulamaları'' tezleri...
Kürdler, "Dersim Onurdur, Onuruna Sahip Çık" diye yürüyorlar. Çok merak ediyoruz, buradaki "Dersim" nedir?
Örneğin buradaki "Dersim"in içerisinde atalarımızın dili olan, anadilimiz "Kırmanckî" de var mı? Kirmanckî için de "onurumuzdur, onurumuza sahip çıkalım" diyebiliyorlar mı?
Bir de Dersimliler, "aleviyiz" diyorlar. Aleviliği, daha doğrusu "Raa Haqî"yi yaşıyorlar mı? Hatta "Raa Haqî" inancının usul ve erkanlarını hakikaten biliyorlar mı artık?
Ha, bir de "Desimli olmak ayrıcalıktır" diyorlar hep övünerek. Nedir bu ayrıcalık? Bunu da çok merak ediyoruz.
Dilsel, inançsal, kültürel ve etnik kimliksel olarak, asimilasyona böylesine teslim olmuşken, bu açılardan tamamen işgalci türklüğü yaşıyorken, türkçeyi en güzel konuşmayla, yazmayla övünüyorken, hangi "Dersim" onurdur ey Dersimli güzel kardeşlerimiz?
Mektuplarla Dersim Trajedisi - Marsha Forchuk Skrypuch
Nazilerin Dersim Katliamı raporu katliamın boyutunu gözler önüne seriyor.
''Boy ve yaşa göre 5 bin kişi öldürüldü.''
''Erkek çocuklar boy ve yaşlarına göre katledildiler. ''
'Dersim’de ayrıca zehirli ve yakıcı gazlar kullanıldı.'
Belge kaynağı tarihçi İsmail Küpeli?
Amerikalı misyoner Riggs’in Dersimli Seyid Mustafa ile 1911’de yaptığı söyleyişi: DERSİMLİ KÜRTLERİN DİNİ“Her Cuma akşamı ehl-i imana (Aleviler) ait erkek kadın ve çocuklar ibadet ettikleri evde bir araya geliyorlar. Orda tanrıyı sesli çağırıyorlar/tanrıya sesli dua ediyorlar ve dürüstlük kibarlık ve arîlik/temizlik konularında bir birini dara çekiyorlar. Daha sonra hep birlikte Hak Lokması yiyorlar. Bu İnançtan olmayanlar bu toplantılara alınmıyor.” Amerikalı Henry Riggs’in 1911 yılında The Missionary Review of the World’de, Dersimli Seyid Mustafa ile yaptığı ve Dersim Kürtlerinin inancını merkeze aldığı bu söyleyişi, asimilasyon altındaki Hakyolu (Raya Haq) Aleviliğinin, değişimi hakkında önemli veriler sunuyor. Yazar, zaman zaman oryantalist ve aşırı Hristiyan yanlısı tutumu hasebiyle doğru analizler yapmamış olsa da yazının bütününde oldukça geniş bir Dersim İnanç ve sosyal yapısının resmini çizmiştir. Bu tarihi yazıyı ilginize sunuyoruz. DERSİM KÜRTLERİNİN DİNİ Türkiye’nin doğusuna yaptığım yolculuk sırasında önce bir botla Yukarı Fırat’a geldim. Su çok hızlı akıyordu ve derindi. Bot olarak kullanılan külüstür teknede bunun heyecan verici bir yolculuk olduğunu söylemem gerekir. Biz teknede atlarımızı hazırlarken tekne sahibi ve yanındaki arkadaşının yardımıyla yaşlı bir adam bota bindi. İkisi de yaşlı adama çok büyük bir saygı gösteriyorlardı. Teknede bir yere otururken yaşlı adam beni bir Hristiyan öğretmen olarak kabul edip selamladı ve bana “İsa peygamberi analım mı?” dedi. İçtenlikle onayladım onu. Teknemiz kıyıdan uzaklaşıp köpürerek akan suda bata-çıka ilerlerken yaşlı adam yüzünü yukarı kaldırıp dua etti: “Yüce (Tanrı Ç.N.) İsa bizi koru. Yüce İsa!” Bu adam tabii ki bir Hristiyan değildi. Türkiye’de yaygın olan dinlerin kabaca sınıflandırılmasında Müslüman olarak sınıflandırılırdı. Aynı zamanda bir Kürt aşiretinde dinsel nüfuzu olan bir adamdı. İsa’ya duası tamamen içtendi. Ama ona da sadakati, aşiretinin diğer fertlerininkinden daha fazla bir şey ifade etmiyordu. Bütün Müslümanlar İsa’yı peygamber olarak kabul ederler. Fakat Fırat nehrinin batı ve doğu kolları arasında “Dersim” olarak adlandırılan bu dağlık bölgede yaşayan Kürtler Hristiyan inancına Ortodoks (Sünni Ç.N.) Müslümanlardan çok daha yakındır. Çünkü onlar diğer Müslümanlardan farklı bir biçimde Allah’a ibadet ederler. Ortodoks Müslümanlar bu insanları aşağılayıcı bir anlamda “Kızılbaş” (Red-head) olarak adlandırmaktadır. “Kızılbaş” terimi en güçlü kalesi İran’da olan Şii Müslüman mezhebinin hepsine birden atfedilir. Fakat Dersim Kürtleri onları kendine özgür bir sınıfa sokan ve belki de tarihlerini aydınlatmada onlara ışık tutacak ilginç özelliklere sahiptir. Kürtler genelde ilkel, vahşi ama cana yakın, konuksever, cömert ve samimi bir halktır. Onların evindeki candan konukseverliğe hiç bir zaman başka bir yerde rastlamadım. Sıhhatli ve temiz yaşarlar. Aynı zamanda kaba ve ateşli insanlardır. Aralarındaki aşiret savaşları süreklidir. Onların topraklarında (ülkelerinde Ç.N.) onların koruması altında olmadan seyahat eden bir yolcu soyulmayı çoktan hak etmiştir. Dersim’e her yıl askeri sefer yapıldığı halde, bu bölge hiç bir zaman Türk devleti tarafından tamamen zapt edilmemiştir. Dağlardaki doğal korunakları sayesinde, Kürtler kendilerine karşı gönderilen bir çok orduyu kurnazlıkla yenmeyi ve onları usandırmayı başarmışlardır. Fakat 1908 Devrimi’nin ülkeye anayasal bir hükümet getirmesinden sonra Jön Türkler (Young Turks) bu kural tanımayan aşiretlerle bazı taktiklerle yeni ilişkiler kurmaya çalıştılar. Öğretmenler ve siyasi liderler Dersim'e gönderildiler. Yeni özgürlüklerden onların da faydalanacağını anlatmaya çalıştılar. Bir Kürt siyasi kulüp kuruldu, günü geldiğinde devlete sadakatlerini gösterdiler. Binlercesi uçuşan bayrakları ve omuzlarında tüfekleriyle Harput Dersim Kürtlerinin dini hakkında onlara komşu bölgelerde yaşayan insanlara sorarsanız, yanıtlar çok çeşitli olacaktır. Ama yine de bu yanıtlar ortak bir kaç noktada toplanabilir. Onlar Müslüman’dır. Fakat günde beş kez namaz kılmaz ve Ramazan Orucunu tutmazlar. Güneşe ve ateşe çok büyük bir saygı gösterir ya da taparlar. Ölünce ruhun başka bir canlıya geçtiğine inanır, mutlaka dinsel törenlerini gizli yaparlar. Kürtlerin kendileriyle yaptığım konuşmalarda dışarıdan söylenenler teyit edilmiştir. Onlar, özellikle dinsel liderleri, Müslüman olduklarını söylüyor. Fakat dua ve namazın tamamıyla yüzeysel ve keyfi olduğu gerekçesiyle yapılmamasını savunuyorlar. Yine de ben onları Ortodoks Müslümanlardan (Sünnilerden) inanç ve uygulamalar açısından hangi noktalarda ayrıldıkları konusunda oldukça yetersiz buldum. Muhtemelen ancak bir kaç tanesi bu Bir kaç ay önce bu Kürtlerin dinini öğrenmek için umulmadık bir fırsat geçti elime. Onların seyid’lerinin (dinsel liderleri) konuğu oldum. O yaşlı adam (ona Mustafa diyeceğiz bundan böyle) bir kaç kez beni Harput’a çağırmış, köyünü ziyaret etmem konusunda ısrar etmişti. Bir keresinde, eğer o yoldan geçer ve onun köyünde durmazsam, arkamdan adam göndereceğini ve beni soyduracağını söyledi. Tabii şaka olarak söylenmiş bir şeydi bu ama yine de bir parça gerçek de taşıyordu. Sonraki bir zaman o yoldan geçtim ve Seyit Mustafa’nın evinde konakladım. Arkadaşıma ve bana görkemli bir eğlence düzenledi. Akşamleyin konuşma dinsel konulara kaydı ve gece geç saatlere kadar tamamen özgür bir biçimde dinsel inançlarımızı ve alışkanlıklarımızı konuştuk. Konuşma bir Hristiyan misyoneri için çok ilginçti. Çünkü çok dindar olan yaşlı adam yakın bir zaman önce okuduğu İncil’le de ilgilenmişti. Sonunda bana inançlarımız arasında fazla bir fark olmadığını ve hatta Allah’ın krallığından (ülkesinden, kutsal katından Ç.N.) uzak olmadığını söyledi. Fakat bu makalenin amacı benim o konuşmayı tekrar yazmam olmadığı için sadece seyidin kendi inancı ve halkının görenekleri konusundaki sözlerinden bazılarına değinebilirim. Bu Kürtler kendilerini Müslüman değil fakat Ehl-i İman (The people of faith) olarak adlandırırlar. Bu isim önemlidir. Çünkü Ortodoks Müslümanlığının temel ilkesi kaçınılmaz kaderin kişiselleştirilmesi (simgeleştirilmesi Ç.N.) olan Allah’a kör bir itaatken, bu ilkel Kürtler hiç değilse bazıları için hayati ve kişisel yaşamla ilgili bir inanca sahiptir. Hiçbir yerde onlardaki Tanrı fikri, benim yaşlı arkadaşımda olduğundan daha açık olarak açıklanmamıştır. Bana önce biz Hristiyanların inandığı Tanrı’nın nerede bulunduğunu sordu. Ona “her yerde hazır bulunan Tanrı” fikrimizi söyledim. Fakat bu onu tatmin etmedi. “Biz Tanrı”nın kullarının kalbinde bulunduğuna inanırız. Nerede dürüst bir insan varsa onun kalbinde de bir Tanrı da vardır” dedi. Bu da onun bu düşüncesinin sadece hayal meyal konur-tanrıcı (Pantheistce) bir öğe değil, aksine maddi yaşam ve kişisel ilişkiye ait olduğunu kanıtlıyordu. Çünkü o böyle bir inancın onu güçlendiren içtenliğiyle konuşmuştu. Tanrı’nın her yerde hazır ve nazır olduğu fikri onların dua fikrini de belirler. Onlara göre, Müslümanların itinalı mırıltıları ve günde beş kez namazda diz çökmeleri ancak bir gülünçlüktür. Bunları yapmadıkları için zulme uğrasalar bile, asla yapmayacaklardır. Seyit Mustafa’nın dediği gibi ‘’dürüst bir adam her nerdeyse Tanrı onun kalbindedir’’ ve bu adam her nerede olursa olsun herhangi bir zamanda dua edebilir. Ölümden sonraki hayata ilişkin olarak arkadaşımın sahip olduğu o Tanrı fikriyle ruhun başka bir bedene geçmesi dışında başka bir şeye Bizim inancımızı sordu. Ben, ölümden sonra ruhun hemen Tanrı’nın huzuruna çıktığına inandığımızı söyledim. O; “Ama Tanrı kullarının kalbindedir. Bu yüzden bir insan öldüğü zaman onun ruhu bir başka vücutta yaşamayı sürdürme” dedi. Bir ruhun bedeni olmaksızın var olabileceğini ve Tanrı’yla ilişki kurabileceğini kavranılmaz bir şey olarak düşünüyor, görüyordu. Bu insanların inancı ve öğrendikleri şudur: Bir insan öldüğü zaman onun ruhu hemen yeni doğan bir bebeğin bedeninde tekrar yaşama başlar. Yeni doğan bebeğin karakteri de kendisine geçen ruhunkinin devamıdır. Bu iyi insanlar için de kötü insanlar için de değişmeyen bir gerçektir. Tanrı ondan korkanların kalbinde yaşamayı sürdürür. Mekânsız Tanrı düşüncesi Kürtleri din öğretmenlerini ve peygamberlerini kabul etmede son derece evrensel (cathdic) yapar. Seyit bana dünyadan seksen bin peygamberin gelip geçtiğini söyledi. Eski Ahit’in kutsal kişileri İsa ve havarileri, Muhammed ve halifeleri, bir çok Müslüman azizleri ve şehitleri bunların hepsi Tanrı’dan gelen ve biri diğerinden üstün olmayan habercilerdir. Her birinden Tanrı’ya nasıl kabul edilebileceğimize dair öğütler alabiliriz. O, Muhammed’in peygamberler arasında en üstün olduğunu düşünmüyordu. Çok daha yaşamsal (maddi) bir inancın şehidi olan Hasan ve Hüseyin, Muhammed’in devrinden çok sonra kâfir gibi katledilmişlerdi. Onlar bir bakıma Kızılbaşların özel peygamberleriydiler. Ancak Muhammed’in yerine geçen kuruculardan ayrıydılar. Seyid olmak isteyen birinin Hasan ve Hüseyin’in mezarında hep yapılan bir şey olmazsa da dua etmesi gerekir. Onlar kutsal kitapların kabulünde de tıpkı peygamberlerde olduğu gibi çok özgür düşüncelidirler. Tüm ulusların kutsal kitaplarının değerli oldukları kabul edilmiştir ama ben sadece Kuran’la İncil’i huzura (Tanrı’;nın huzura Ç.N.) gerçekten çıkacak kitaplar olarak varsayıyorum. Nitekim arkadaşım da İncil’i diğerlerine tercih etti. İnciller ile ilgili, onların daha derindeki dinsel yorumları hakkında zekice sorular sordu. Bana Kürtlerin kendilerine ait bir kutsal kitaplarını olduğunu söyledi. Kitap tarihten, Kürtlerin şeceresinden bahsediyor ayrıca, dinsel öğütler de veriyordu. Adem Peygamberin oğlu Şit (1) Peygamberin başlattığı bu kitaba ondan sonra gelen peygamberler de bir sayfa eklemişlerdir. Seyid ailesinin soy şeceresi bu kitapta kayıtlıdır. Her köyde bu kitabın kopyaları olduğunu garanti etti ama görmem için bana bir tane veremeyeceğini söyledi. Türkler (Sünniler) Kürtleri (Alevileri) kafire yakın bir terimle; ‘’kitapsız’’ olarak adlandırırlar. Gerçeğin ne olduğu tam olarak açık olmadığı halde gözüken sahip oldukları kitaplar her neyse bunlar onu yazan yazarların üsluplarına veya başvurdukları kaynaklara göre değişen çeşitli kaynakların toplamıdır. Onların kitaplarından duyduğum tüm alıntılar rahatlıkla Kuran’a veya İncil’e mal edilebilecek materyallerdir. Ateşe tapma bu insanlara başkalarından miras kalan bir adettir. Seyid Mustafa bu konuda açık bir fikre sahip görünmüyordu. Güneşin tüm yaşamın kaynağı olduğunu bu nedenle her sabah doğan güneşe saygı gösterdiklerini söyledi. Ateş’in Tanrı’nın en büyük hediyesi olduğunu, Kürtlerin kalplerinde ateşe karşı kutsal bir saygı duyduklarını söyledi. Ateşin kutsallığı konusunda kesinlikle net bir fikri yoktu. Tanrı’nın en büyük hediyesi güneşe ve ateşe olan saygıları daha çok bu yüksek ve çok soğuk yerlerdeki keskin kış gecelerinden onları koruyan titiz koruyuculuk için duyulan minnettarlık olarak görünmektedir. Bir keresinde Dersim’den geçerken bir aşiret savaşı sırasında dağlarda korumasız duran yakacak odun yığınını görünce çok şaşırdım. Kendisi bir Kürt olan rehberim odunların tamamen güvencede olduğunu söyledi. Hiç bir Kürt bu odunları çalamaz ve yakmak için yakmazdı. O savaşta düşman hiç bir vicdan azabı duymaksızın öldürür, hatta evini de tamamen yakardı ama yakacak odunlarına asla dokunmazdı. Yakacak odun kutsaldır. “Eğer düşmanlarımın odunlarını yakarsam, benim kendi evim de mutlaka aynı yıl içinde bana ceza olarak yanıp kül olacaktır” dedi bana. İlk Hıristiyanlarda olduğu gibi Kürtlerin de dinsel törenlerini kadın erkek birlikte gizlice gece düzenlemeleri onların çevrelerindeki ahlâksız insanlar arasında şüphelere, iftira dolu rivayetlere yol açmış. Yaşlı Seyid bu gibi iftiraları hor gördüğünü açıkladı. Bu toplantılarda geleneksel olarak yapılanları ikna edici bir üslupla dosdoğru bir biçimde bana anlattı. Her cuma gecesi Ehl-i îman (İnanan İnsanlar) erkekler, kadınlar, çocuklar ibadet evlerinde toplanırlar. Orada Tanrı’ya dua ederler. Birbirlerini onurlu temiz ve hoşgörülü bir yaşam için teşvik ederler. Bundan sonra hep birlikte, basit bir ekmek parçası olan “Hak Lokmasını” (Morsel of righteousness) paylaşırlar. O hafta boyunca dürüstçe yaşamak için Tanrı’nın huzurunda verilmiş karşılıklı bir söz olarak onu hep birlikte yerler. Bu lokmayı huzurda yiyen herkes değil ancak gerçekten samimi olanlar bu sözü tutacağına emindir. Bu toplantıların havasından sezdiğim bir ipucu ile bazı sorularıma yanıt buldum. Seyid’e toplantılarda liderlik yapıp yapmadığını, diğerlerine öğüt verip vermediğini sordum. Sanki zorla konuştu. O toplantılarda ondan daha bilgilileri vardı. Çok şaşırdım. Bu meselenin içinde biraz kıskançlık olup olmadığını merak ediyordum. Orada olan genç adamlardan biri açıkladı ki; o bir Seyid olduğu, hepsinden daha yaşlı (büyük) olduğu halde daima kapının yanına (en düşük yer) oturur ve çok az konuşurdu. Müslümanlar arasında birçok olayda din hayattan tamamıyla ayrı bir şeydir. Gerçekte bu anlama gelen çok bilinen bir söz vardır. Dinsel görevlerinin hepsini yapmış bir insan tehlikeli bir kişidir. Çünkü birçok günahı işlemek için ona izin verecek kadar yeterli kredisi vardır Tanrı’nın kitaplarında. Kürtlerin dini şekli olmadığı için aynı durum onlarda olmaz. Onların seyidleri konuşmalarında yaşamın ve dinin birliğini sık sık vurguluyorlar. Israrla belirttikleri Ev sahibim bunun bir örneğini şöyle verdi: “Sen benim evimde altın bir para düşürsen ve sen gittikten sonra ben bu parayı bulsam, ben bu parayı kullanamam. Senin hemen arkandan gelmeli ve paranı sana teslim etmeliyim. Ya da seni bulamazsam eğer parayı fakirlere vermeliyim. Eğer parayı kendim için harcarsam bana felaket getirir.” Erkek ve kadın arasındaki ilişki ve kadınların durumu Müslüman fikirleriyle çok kesin bir zıtlık içindedir. Hatta bu ilişkiler az ya da çok Müslüman geleneklerden etkilenmiş Hristiyan ırklarda olduğundan daha yüksektir. Kürt kadınları peçe ile örtünmez ve erkeklerden ayrı bir yerde yaşamaz. Evdeki hakları ve sorumlulukları erkeklerde eşit olarak paylaşır. Dinsel yaşama erkeklerle birlikte katılırlar. Toplumsal ilişkilerinde tam bir özgürlük ve karşılıklı saygı görülmektedir. Yaşlı Seyid Mustafa Türklerin düşük ahlâk anlayışı hakkında sert bir küçümsemeyle konuştuğu zaman tüm halkının duyarlılığını dile getirdi “Her kadın benim kardeşimdir, (bacımdır Ç.N.) O halde ne diye onunla konuşmayayım ve çalışmayayım? Ama şehvetli düşüncelerle onu düşünmek ve ona o gözle bakmak en korkunç günahtır” dedi bana. Müslüman ahlâkı ile ilgili bu bilinen görüşler Müslüman biri için yabancı sözcüklerdir. Cömertlik ve konukseverlik Kürtlerin en büyük meziyetidir. Bu insanları tanıyan onların arasında seyahat etmiş herkes şunu doğrular ki; dışarıdan bir Kürt evine gelen yolcular gerçek bir konukseverlik olduğundan herhangi bir evi tercih etseler de oradan hoşlanacaklardır. Seyit arkadaşımın bana anlattığı aşağıdaki hikâye onların Tanrı’ya nasıl bir hizmet düşündüklerini gösteriyor. Hatta Kürt konukseverliğinin anlamını aydınlatmada güzel bir ışık tutuyor. “Musa Peygamber bir gün Tanrı’ya onun şerefine büyük bir ziyafet düzenlemek için kendisine hak vermesi için dua etti. Tanrı buna razı oldu ve hazırlamasını buyurdu. Bunun üzerine Musa yüz koyun ve yüz öküz kesti. Büyük bir ziyafet hazırladı. Musa ilahi konuğunun gelmesini beklerken kapıda bir yolcu durdu. Musa, kalbinde bazı kuşkularla onu içeri buyur etti ve yemek yemesini söyledi. Ondan sonra gelen bir dilenci de diğeri gibi beslendi. Musa umutla ziyafetine şeref vermesi için Tanrı’yı uzun bir süre bekledi. O beklerken fakirler ve açlar geldiler. Hepsi buyur edilip doyuruldular. Büyük ziyafetin hepsi bitirilene kadar Musa bir kaç gün bekledi. Hâlâ Tanrı görünmemişti. Musa Tanrı’ya tekrar dua etti ve onun için hazırlamış olduklarını başkalarına verdiği için kendisini affetmesini istedi. Fakat Tanrı onun yaptığından çok memnun olduğunu, ihtiyacı olan insanları doyurmakla, Musa’nın bütün ziyafeti aslında Tanrı’ya sunduğunu söyledi.” Bu garip ve çekici dini bir insan ne kadar çok öğrenirse o kadar soruya boğulur. Bu dinin kaynağı nedir? Kendilerinden daha bilgili komşularında olmayandan daha fazlasına sahip bu basit ve cahil halkın tarihi nedir? Yanıtlar özellikle belirlenmiş bir çok gerçek açısından hemen hemen açıktır. Bunlardan bazılarından söz etmem gerekiyor: Tüm Dersim bölgesinde birçok yıkılmış kilise ve manastırlar vardır. Kürtler bu kilise ve manastırları büyük bir saygıyla kutsal olarak kabul ederler. Dersim’deki mezarlar Türklere göre utanılacak bir şeydir. Çünkü mezarlar geride bırakılan yaşamdaki at, silah vb. şeylere ilişkin kabaca yapılmış, oyma resimlerle yoğunca süslüdür. Bu mezarlarda göze çarpan bir şey de mezardaki diğer tüm oymalara göre çok fazla yapılmış bir koyun figürünün sık görülmesidir. Türkler bu şekillerin put olduğunu söylüyor ama ben hiç bir Kürt’ten onların anlamlarına ilişkin bir açıklama duymadım. Dersim’e yakın, komşu bölgelerde Ermeni kilisesine mensup artık Ermenice konuşmayan, Ermenileri hiç andırmayan Hristiyan topluluklar vardır. Dilde geleneklerde, dış görünüşte ve kişisel özelliklerde onlardan yalnızca farklı dinden olan Kürtlere benzerler. Ayrıca Kızılbaş Kürtlerin arasında Ermeni isimlerine ara sıra rastlanmaktadır. Köy, aile ve insan isimlerine de. Bir keresinde yolda bir Kürde nerede oturduğu sordum. Khozakpiur’da diye cevapladı. İsim domuz pınarı anlamına gelen Ermenice bir isimdi. Kürtlerin İslam düşüncesine göre iğrenç olan domuz ismine hoşgörü göstermeleri beni hayrete düşürdü. Fakat sonunda anladım ki adamın bu ismin ne anlama geldiği konusunda hiç bir fikri yoktu. Köy tamamen bir Kürt köyüydü ve hiç Ermeni yoktu orada. O bölgedeki yolculuğumda fark ettim ki Müslüman köylerinde kadınlar onların kutsal günü olan cumaya hazırlık için elbiselerini perşembe günü yıkıyorken, Kızılbaş köylerindeki kadınlar cumartesi günü yıkıyorlar. Kuşkusuz onlar da kutsal olan pazar için yapıyorlar bunu. Bu fakir köylülerin tören için ayırdıkları sadece bir takım elbiseleri var. Kutsal günlerden sonra bunun bir önemi yok. Nedeni sorulduğunda sadece şu cevabı verebilirler: “Köyümüzde bu hep bir gelenek olmuştur.” Tüm bu gerçekler oldukça açık bir hükme götürüyor bizi. Yüzyıllar önce Hristiyanların Kürtlerin atası olduğu anlamına gelen ilişkileri bulmak hiç şaşırtıcı değildir. Önceki bilgilerimize dayanarak bir varsayım kurmak zor değildir. Osmanlı Türkleri ülkeyi işgal ettikleri zaman bu dağlı Hıristiyan aşiretlerle karşılaştı. Kendi milliyeti ve dili olan Ermeni topluluklarıydı bunlar. İnsafsız istilacılar bu insanları Müslüman yapmaya çalıştılar. Dinsel çabalarını sadece şiddet olduğunu gösterircesine kiliselerini yıktılar. Ama Kürtleri yumuşak başlı bir ırk olarak bulamadılar. Bazıları yeni inancı kabul etti ve tüm Hristiyanlığını kaybetti. Bunlar Ortodoks (Sünni) Müslüman Kürtlerdir. Öte yandan diğerleri tüm kalpleriyle Hristiyanlığa sarıldılar. İşte bunlar da hâlâ var olan Hristiyan Kürtlerdir. Dersim Kürtleri ve diğer bazı kabileler sözde Müslümanlığı kabul ederken ve Hristiyanlıktan uzaklaşırken ancak kısmen dönüştürülmüşler gittikçe İslam adı altında ama daha çok Hristiyanlığın ruhunu ve biçimini içeren bir din geliştirmişlerdir. Böylece onların gizli yaptıkları ibadet zulüm zamanında oluşmuş bir alışkanlık olmuştur. Hak Lokması belki de modern Hristiyan törenlerinin önemli seremonilerinden ilk çağlardaki Aşai Rahbani Ayin’ne (2) daha yakın bir şeydir. Onların Hristiyanlık zamanlarına ait olan ahlaki ve dini fikirleri haftalık ibadet toplantılarında kuşaktan kuşağa geçmiştir. Mezarlardaki Kuzu (3) resimleri taşıdıkları Hristiyan isimleri eski ibadet yerlerine gösterdikleri derin saygı bunların tümü onlardaki ilk Hristiyan bağlılığından kalan şeylerdir. Dinlerindeki Hristiyan olmayan özellikler bile onların Hristiyan komşularına olan yakınlıklarını (akrabalıklarını) gösteriyor. Çünkü nehrin karşısındaki Ermeniler çeşitli ayinler ve festivaller kutlarlar. Bunlar açıkça ateşe tapma geleneğinden arta kalan törenlerdir. Kürtlerin savunduğu ruhun başka bir bedene geçmesi fikri Ermenilerin de yarı inanç olarak savundukları bir şeydir. Bir çocuk doğduğu zaman onun anne ve babası bazen şu özlerle kutlanır: “Babanız (ya da anneniz) ölüden (yeniden) doğdu.” Dersim Kürtlerinin dini kıymete değer bir çalışmadır. Bu varsayım doğruysa eğer Hristiyan kilisesinin ilginç bir bölümü hakkında çok şey öğrenilebilir. Fakat gerçekler çok daha fazla önemlidir. Gerçekler bu kabilelerin Hristiyanlığa ne kadar yakın olduğunu ve bu yüzden de İslam mezhepleri yerine garip bir biçimde İncil&’in etkisinde olduğunu gösteriyor. Onlar doğal düşmanları ve baskıcıları olan Türklerden nefret ederek büyüdüler. Birçoğu Hristiyanlığın atalarının inancı olduğuna inanıyor. Hristiyanlığa düşmanlıkları da böyle bir sevecenlikleri de yok. Bir kaç yıl önce bu kabilelerden birinin baş seyidi Harput’taki Amerikan misyonerlerine geldi ve tüm kabilenin (eğer misyonerler onları zulümden koruyabilirse) Hristiyan olmaya hazır olduğunu söyledi. Kuşkusuz zulüm olasılığı onların arasında misyonerlik çalışması yapmakta hâlâ ciddi bir engeldir. Ama eğer ince ve akıllı taktiklerle çaba sarf edilirse aşılmayacak bir engel değildir. Burası öncü bir misyonerliği tam bir umutla bekleyen daha tam olarak el değmemiş bir alandır. 1- Şit Peygamber Ç.N: Adem ve Havva’nın üçüncü oğlu. 912 yaşında öldüğü ve Allah’ın ona 50 sayfa (sual) indirdiği söylenir. – İngilizce’den Çeviren: Zafer Avşar, İngilizce metinden çeviri düzeltmesi yapan: Nihat Sarı |
DERSİM İLE İLGİLİ TÜRK DEVLETİNİN TÜRKLEŞTİRME FAALİYETLERİ
HEP
SONUÇSUZ KALMAYA MAHKUM OLMUŞTUR
5 Agustos 1937, Tan Gazetesi
“Dersimlilerin Kürtlükle alakasi yoktur.
Vaktinde Cengiz, hükümdarligi sirasinda garp cihetinde bir kabilenin himayesini kabul ettigi zaman o memlekete bir ‘Kirt’ tayin eder. Kürt ismi buradan gelir. .”
“Kürt kelimesi Kürt denilen halk arasinda meçhul kalmistir. En kesif zümresi kendisine Kirmanj, Zazalar da Soran diyorlar.
Zazalar, Kirmanjlara Kirdasi, Siverekte de Zazalara lolo diyorlar.”
Dersim Türk’tür ve Türkseverdir.”
Sabiha Gokcen: Dersim'de canlı ne görürseniz ateş edin emri almıştık. Asilerin gıdası olan keçileri bile ateşe tutuyorduk
(İşte almanlar o aşağıdaki yazıda Sabiha Gökçen denen bu işgalci islamo-faşist türk yosması katil kahpeyi övüyor)!
Almanlar sadece Nazi döneminde değil, daha osmanlı döneminde kürd katletmeleri için işgalci, islamo-faşist türklere büyük yardımlarda
bulundular. (Alman Nazi gazetesinde Atatirk ve Sabiha Gökcen'i öven bir yazı.. Kürtlerin üzerine bomba yağdırılmasını büyük bir zevkle anlatıyor.
Nazizm'in babası CHP partisine oy verenlerin hepsi alçaktır...)
Ermenilerden devşirme kadın pilot Sabiha Gökçen, Dersim Jenosidi öncesi uçak önünde bombalarla poz veriyor...
"Bombaları attıktan sonra canlı hedeflere makinalıyla ateş ederken çok heyecanlandım..." (Gazeteye verdiği röportajdan)
Onbinlerce sivil kürd katledildi...
IRKÇI-ASİMİLASYONCU TÜRK KADIN SIDIKA AVAR
Yılan gibi zehirli bir kadın
Kürdler ZORLA, HİLEYLE asimile edilip türkleştiriliyordu
Atatürk’ün özel talimatıyla Kürdistan'da kürd köylerinde kürdleri türkleştirmek misyonerliği görevi yürüten Sıdıka Avar,
özellikle Bingöl-Elazığ ve Dersim bölgelerinde çalıştı.
(Resim: Yılan ırkçı-asimilasyoncu türk kadın Sıdıka Avar köylü kürd kadınlarını ikna etmeye çalışırken)
Dersim katliamından sonra Sıdıka Avar isminde atatürkçü ırkçı-asimilasyoncu bir devlet görevlisi olan Sıdıka Avar Kürdistan'da köy köy gezinerek topladığı yoksul kızları yatılı yurtlarda okutma maskesi altında kürdleri türkleştirme planları ile hareket ediyor. Türkçe bilmeyen kürd kızlar eğitimlerini tamamladıktan sonra türkçe'yi öğrenecek ve Kürdistan'a döndüklerinde türkçe konuşan yeni türk nesilleri yetiştireceklerdi .İşte ırkçı-asimilasyoncu işgalci türk devletin devşirdiği bu misyonerler türkleştirmenin çabalarında kullanıldılar ve kısmen de başarılı da olundu, Bingöl sunni müslüman türk kenti görünümünü veriyor ve Dersim de kemalist bir Tunceli görünümüne büründürüldü.
''Misyoner'' Sıddık Avar Dağ Çiçeklerim adlı bir kitabı da var. Dersim ve Bingöl de saha çalışması yaparak Bingöl'e ancak 5, 6 kız çocuğunu o da zorlama ile bulup götürebiliyor. Ama Dersim'den 100 yakın kız çocuğu ailelerinden koparılip zorla götürülür. Bingöl'de Sünni İslam kesimi tarihlerinden bihaberdirler. İşin ilginç tarafı çoğunun dedeleri 1925 Şeyh Said Efendi hareketinde idam edilenlerin torunları olarak devşirilip, türkleştirilmişlerdir.. Kısaca trajik olmakla beraber sosyal-psikolojik ve sosyolojik bir vakadir.
İşgalci-katliamcı türk ordusuı binlerce Dersimli/Elazığ'lı/Bingöllü kız çocuğunu asker ailelerine verdi.
Çocuklar türk asker-subay evlerinde hizmetçi edilirken, yüzlercesinin akıbetinin ne olduğu bugün bile belli değil.
İşgalci türk ordusunun darbeci (12 Eylül 1980) generali Kenan Evren'de böyle bir küçük kürd kızıyla evlenmişti.
SIDIKA AVAR (1901-1979)
Mamosteya sadîst, mîsyonera Ataturk, bi eslê xwe Balkanî bû. Ango bişaftî (devşîrme) bû. Di 12 saliya xwe de sêwî dimîne û li baregehên eskerî yên Stenbolê tê xwedîkirin û perwerdekirin.
Perwerdeya sîxurî, operasyonên civakî dibîne. Bi nasnameya mamostetiyê li Kurdistanê, bi taybetî li Dêrsimê sîxuriyê dike. Tevlî Komkujiya Dersimê dibe. Piştî komkujiyê di asîmîlekirina Dêrsimiyan de cihê xwe digire.
Avar jî wekî jina serfermendarê artêşa tirko Ayhan Akkoyunlu, di şikencekirina keçikên revandî yên Dêrsimiyan de dixebite. Organîzasyona wan keçikan direvand, êşkence dikir û bo destdirêjiyê li serbaz û payebilindên dewletê belavdikirin. Bi vî awayî bi hezaran keçikên Dêrsimî winda bûn, kes aqûbeta wan nizane.
Ataturk jê re li Elezîzê enstîtuyekê çêdike (Elazig Kiz Yatili Enstitüsü). Ev enstîtu bo asîmîlekirin, berhevkirina zarokên Kurd tê bikaranîn. Gelek kes şahîdî kirin ku li vir destdirêjiya zarokan dihatibûye kirin û Siddika Avar jî tevlî wê dibûye. Avarê cure cure êşkence dikiriye, bo mînak zarokan birçî dihîştiye piştre jî cezayên zayendî didabûye.
Li Tirkiyeyê wekî qehremanekî kemalîst, nûjen, mamoste, îdealîst tê nasandin lê di eslê xwe de sîxureka sadîst û kujer bû.
Xizmên wê piştre wê rexne dikin. Di dawiya temenê xwe de her bi dizî jiyana xwe birêvedibir. Di pirtûka xwe ya bi navê "Dağ Çiçeklerim - Kulîlkên min ên çiyayî", Dêrsimî wekî paşverû, nîv-mirov teswîr dikir û çiqas bixwasta jî nedikarî sadîzma xwe veşêre. Bo mînak di pirtûkê de hin caran dibêje "wekî ajalan bûn", "rûyê zarokan ên masûm min tehrîk dikir" hwd.
Seyid RIZA mektubunun olmadığını savunanlar şimdi ne diyecek?
Nuri Dersimi Seyid Rıza adına yazmış diyorlardı.
Seyid Rıza'nın bilgisi yoktur diyorlardı
Aslında Seyid Rıza'nın mektubu İstanbul Fransız elçiliğine yazılmıştır.
Tarihçi Sedat Ulugana belgesini yayınladı ve şunu diyor:
"Seyit Rıza'nın 1937 yazında kaleme almış olduğu mektubun aslında Nuri Dersimi tarafından Suriye'de yazılıp gönderildiği savı yıllardır farklı cennahlar tarafından iddia ediliyordu.
İş bu belge bu savı çörütmektedir. Mektup Dersim'den istanbul'daki Fransa elçiliğine gönderilmiş"
İşte belgesi:
8 TEMMUZ 1937 Moskova Komünist Enternasyonel Toplantısı "İki ayı aşkın bir zamandan beri Ankara Hükümeti, Dersim bölgesindeki Kürt aşiretlerinin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor. Feodal unsurlar, Kemalist parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır. Dersim, Türkiye'nin ulusal ekonomisinin dışında kalmaktaydı. Öyle ki başka bir vilayetten hiçbir tüccar, Dersim'de iş yapmayı göze alamazdı. Devletin Dersim'de askerlik yükümlülüğünü gerçekleştirmesi ve yasal vergileri toplaması, bugüne kadar mümkün olmamıştır. Dersim’in hakim tabakaları, yürürlükteki yasalara rağmen, kendi yasa dışı ayrıcalıklarını koruyabilmişlerdir. (...) Amacı, göçebeliğe son verme ve aşiret reisleriyle (şeyhler, beyler, ağalar ve seyyitler) onların kiralık adamlarını Batı Anadolu’nun modernleşmiş vilayetlerine sürme hedefini güden bir reform planını zorla uygulamaktı. """Bugün, Kemalist hükümetin enerjik reformları yüzünden kendi iktidarlarını tehdit altında hisseden feodal unsurların ümitsiz direnişiyle karşı karşıya bulunuyoruz.""" İsyanın arefesinde Tapu Kadastro İdaresi, feodal aşiret reislerinin elinde bulunan halka ait malların incelenmesi ve saptanmasına ilişkin hükümet önlemlerini uygulamaya başlamıştı. Bu durumda feodalizm, kendi yasadışı egemenliğinin iktisadi temellerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu hissetti. İşte, özellikle bu önlem, isyana yol açan neden olmuştur". |
Üç ok - Üç hain'e işaret ediyor. Ortadaki hain Rayber'dir.
Dersim'e sığınan ve vergi vermeyen ermenileri yakmak...! Hem de 1890'larda ..
Dersim'e sığınan ermenileri yakmak için 26000 kasa parafin'in yolladığı haberi..
Faşist nazilerin türkleri örnek aldığı belli ..
Daily Tobacco Leaf-Chronicle, July 12, 1890
1800lerde National Geographic Dersim'de bazi köylerde kale ve kabartma keşifleri yapmış..
Biraz araştırma yapılsa ve National Geographic'ten o süreçteki fotograf dosyalar istenebilir..
1880
1937-38 DERSİM KATLİAM YERLERİ
İlk imza Mustafa Kemal katili'ne ait |
Desim'in başkatili, işgalci tecavüz devleti Türkiye'nin ingliz uşağı kurucusu, işgalci türklerin babası belli olmayan babası Mustafa Kemal Atatürk
Dersim'in Ovacık ilçesinde bir çobanın hayvan otlatırken gördüğü taş aletlerin olduğu alanda 'Eski Taş Devri'ne ait kalıntılar tespit edildi 2020
|
1872 de Dersimde nufus oranı (63.300)
Nazimiye/kızılkilise'nin bir ismi de Haydari idi
Asia Minor Dersim 1911
Dersim Soykırımı
“Bizi sürgüne hazırladılar. Analığım vardı. Rıfat Abim, ben ve kız kardeşimi önce Elazığ’a götürdüler. Şehrin dışında bir alanı tel örgülerle çevirmişler. İçlerinde de derme çatma çadırlar var. Çok kalabalık. Kadınlar ağlıyor, çocuklar ağlıyor. Bize ne olacağını bilmiyoruz.
Ama tel örgüler içinde bizim dışımızda erkek berberleri de var. Bir yandan marş söylüyorlar, bir yandan da kadınların saçını kazıyorlar. O güzelim kadınların, yeni gelinlerin, herkesin saçını kazıdılar."
Dersim soykırımı sırasında 8 yaşında olan Hanım Erdoğan'ın anlatımlarından
DERSİM (''TUNCELİ'') İLİNE BAĞLI İLÇELER:
Facixe: Ovacık
Hazanis: Hozat
Kislê: Nazımiye
Malkışî: Çemişgezek
Mêzger: Mazgirt
Pêrtax: Pertek
Pilemoriye: Pülümür
KOMKUJÎ & TEVKUŞTIN (Genocide)