ALEWÎTÎ / ALEVİ'LİK
Alewi Faith - An old non-muslim Kurdish nature faith
RONAHÎTÎ - EHL-Î HAQ
Olek (dînek) ji herî kevin a dunyayê ye û li Kurdistanê dest pê kiriye.
AYDINLILI/IŞIKLI REHBER
KÜRD İNANCI ALEVİLİĞİN DERİN KÖKLERİ
KÜRD DİNİ İNANCI ALEWİLİK = DERİN HÜMANİZM
Pir Sultan Abdal uydurmadir. Alevileri asimile içindi. İşgalci türkler yarsanî'lerin Pîr Sahag'ının beyitlerini türkçe'ye cevirip çaldılar. Alewiler arasında 'Hz. Ali'' ve ''Atatürk'' sözü diye yapilan paylaşımların
%99’u yalandır. Algı operasyonudur, Katliamcıyı sevimli göstermektir. |
Keça kurd a yezdanî (alewî)
Aleviliğin en eski belgesi Gudea Silindiri
ALEVİLİK 1400 YAŞINDA DEĞİL 5000 YAŞINDA? !
ALEVİLİĞİN EN ESKİ BELGESİ: GUDEA SİLİNDİRİ
Alevi mürşitleri Aleviliğin başlangıcını anlatırlarken: 'Ayin-i Cem ilk ne zaman ve nerede yürütülmüşse Alevilik de o zamanda ve o mekanda başlamıştır' derler.
Alevi inanışının temel taşı ve Aleviliğin yegane ibadet biçimi olan Ayin-i Cem törenine ait ilk yazılı belgeyi Paris Louvre müzesinde buluruz.Bu belge s 'Gudea Silindiri' olarak bilinen bir Sümer silindir tabletidir..
Sümer uygarlığının son reformisti, Lagaş şehir devletinin ünlü prensi Gudea tarafından MÖ.2125 yıllarında yazdırılan 50 cm boyunda 33cm çapındaki bu silindir tablet Alevi Ayin-i Cem töreninin uzak geçmişine ışık tutacak en eski yazılı belgedir.
Ayin-i Cem, Cem Evi’nin ayin için hazırlanması ile başlar, ayinde sunulacak yiyecekler, (lokma), içkiler (dem) ve Ayin-i Cem’i başlatacak çerağ(çıra-mum) hazırlanır. Sonra ayini yöneten pir (yada dede) törende hizmet görecek on iki hizmetliyi seçer.Ayin-i Cem çerağ uyarılması yada delil uyarılması adı verilen ritüelle başlar.
Gudea silindirinde önce dört-beş bin yıl önce Sümer'de yapılan törenin hazırlık safhası anlatılıyor
“…Gudea bir dizi ilahın yardımıyla tapınağı (cem evi) temizledi...törende (Ayin-i Cem) kullanılacak bütün yiyecekler (lokma) adak içkilerini (dem) ve tütsüleri (çerağ) hazırladı... Bunun ardından tapınağın (cem evi) gereksinimlerini karşılayacak bir gurup hizmetliyi (on iki hizmetli) atama işine geçti.” (parantez içlerini ben yazdım)
Sümer tabletinde bu girişten sonra törende görevlendirilen on iki hizmetlinin adları sayılıyor.
1. Kapıcı (gate keeper)
2. Kahya / Değnekçi (butler)
3. Nezaretçi /Gözcü (bailiff)
4. Silahtar (armaurer)
5. Müzisyen /zakir (musician)
6. Kuşbaz (game keeper)
7. Keçi Çobanı/Kurbancı (goatherd)
8. Dalyan Denetçisi (fisheries inspector)
9. Ulak /Peyik (messenger)
10. Tahıl Denetçisi (grain inspector)
11. Mabeyinci (chamberlain)
12. Arabacı (coachman)
Alevi Ayin-i Cem’inde yer alan On iki Hizmetli'nin adları şunlar
1. Pir Mürşit
2. Rehber
3. Gözcü (Yoklamacı)
4. Çerağcı (Delilci)
5. Zakir
6. Süpürgeci
7. Kurbancı (kimi bölgelerde Sofracı)
8. Saka
9. Peyik
10. Pervane (Semahcı)
11. Sucu-Kuyuccu
12. Kapıcı
Eski Çağda Sümer'de yapılan ayin ile bugün Anadolu'da halen yürütülen Alevi Ayin-i Cemleri arasındaki tek fark on iki hizmetlinin kimilerinde görülen farklı isimlendirmeler.Bu farklılıklar da;Anadolu’nun çeşitli bölgelerindeki Ayin-i Cem’lerinde on iki hizmetlinin isimlendirilmelerinde yer yer görülen farklılıklardan çok da fazla değil.
Lokma , dem, çerağ ve on iki hizmetli dışında Alevi Ayin-i Cem töreni ile Sümer töreni arasında bir benzerlik daha var; Sümer dini törenleri müzisyenlerin çaldığı “balag” adını verdikleri bir müzik aleti ile müzik eşliğinde yapılırdı. Bugün Anadolu’da Aleviler’in Ayin-i Cem’leri de müzik eşliğinde yapılıyor. Bu törende kullanılan müzik aletinin adı herkesin bildiği gibi “bağlama” dır.
Sözü edilen Gudea Silindiri 1877 yılında Ernest de Sarzec tarafından antik Girsu şehrinde (Irak) bulundu. -Bu silindir tablet halen Paris, Louvre müzesinde Eski Çağ/Yakın Doğu bölümünde sergilenmektedir. Silindir tabletin müze kayıt numarası 1512 dir. -Gudea silindiri ilk kez 1905 yılında tercüme edildi. Sonraki yıllarda çok sayıda Sümerolog bu metin üzerinde çalıştı. Bu metin üzerinde en son ve en kapsamlı çalışmayı duayen Sümerolog Prof. Samuel N. Cramer (Şikago Üniversitesi) yaptı. Samuel Noah Cramer'in Türkçede de yayınlanan 'Sümerliler' adlı eserin 186. sayfasında konu edilmiştir.(Kabalcı Yayınları).
Semah dönen alewi kürdler..
Alewi dini inancı yeryüzünün en ilk dini olan kadim kürdi dini inancı olan ezidlik/ezdailik inancının bir türevidir ve bünyesinde
yeryüzünün bütün dinlerine ilham kaynağı olmuş temel insani felsefi ahlaki prensipleri ve genel dini kuralları barındırmaktadır.
ALEWİLİK HERŞEYDEN ÖNCE DERİN BİR HÜMANİZM'DİR
Alevilik inancında 4 kapı 40 makam var. alevilikte en-el hakk var. Alevilik tamamen hakk-doğa-insan ritúeli úzerine kuruludur, semah döner saz çalar çerağ yakarlar. oldukça bilimle bağdaşan bir inançtır ve bunların hangisi islamda var ki tutturmuşlar islamdır diyorlar? Alevilikte cennet cehennem gibi kavramlar yoktur; devr-i daim var derler. islamda var mı bunlar ? Yer gök yaratılmadan, kandilde ki nurdaydım derler. islamda var mı? alevilikteki ali (hz.ali değil)çok farkli bir şeydir. Demem o ki eti kemiğı olan bir insan değildir. islamda böyle bir şey var mı? Alevilikte tanri evrenle bir bütündür ve ondan ayri degildir. islamda böyle bir şey var mı? En küçük bir benzerlik bile yok islamla. Bu yazı mesaj özellikle aleviliği islamiyetin aleviliğiyle bağdaştırmak için büyük çaba sarf edenlerin okuması önemlidir. |
Fraktin Rölyefi...
Luvice
Develi, Gümüşören, Kayseri
Yazı Sistemi: Anadolu Hiyeroglifi
Kültür: Hitit, Luvi
Tarihlendirme: MÖ 13.yy
MÖ 13. yy.’ın ortalarına tarihlenen rölyef, Kayseri’ye 78 km uzaklıkta, Develi ilçesinin Gümüşören köyü yakınındadır. Bir duvar panosu biçiminde oyulmuş olan rölyefte iki ayrı adak sahnesi betimlenmiştir. Rölyeften ilk olarak 1880 yılında Sayce bahsetmiştir. 1.3 metre yüksekliğinde ve 3.2 metre uzunluğundadır.
Sağ taraftaki sahne, üstündeki hiyeroglif etiketlerden de okunduğu gibi III. Hattuşili’yi Fırtına Tanrısı’na içki akıtırken (libasyon) göstermektedir. Soldaki sahne ise başından ayağına kadar uzayan bir rahibe giysisi içinde tasvir edilmiş Kraliçe Puduhepa’yı, tanrıça Hepat için içki akıtırken gösterir. Puduhepa’nın bulunduğu sağdaki bu sahne daha az detaylıdır ve muhtemelen tamamlanmamıştır. Her iki sahnenin ortasında yer alan altarlar aynı biçimdedir. Soldaki sahnede altar üzerinde bir kuş figürü, sağdakinde de muhtemelen bir ekmek figürü vardır. Rölyefin en sağ tarafında yine bitirilmemiş bir yazıt yer alır ve Güterbock tarafından “tanrilarin sevdiği, Kizzuwatna ülkesinin kızı” (kî-zu(wa)-na REGIO FILIUS DEUS á-zi/a-mi) olarak okunmuştur. Kraliçe Puduhepa Kizzuwatna’lı (antik Kilikya) bir rahibin kızıydı. Hattuşili’nin tanrılar gibi boynuzlu bir başlık ile gösterilmesi, rölyefin onun ölümünden sonra oğlu Tudhaliya IV’ün hükümdarlığı sırasında yapıldığı anlamına gelebilir. Rölyefin yer aldığı kayalığın üzerindeki düzlükte bulunan en az iki libasyon oyuğu burasının dini törenler için kullanıldığını gösterir. Anıtın bir kopyası Kayseri Müzesi’nde görülebilir.
Kîz, kîj, qîz kürdçe'dir ve günümüz kürdçe'sinin bütün lehçe ve şivelerinde tıpkı böyle telafüz edilmektedir.
SİNMİŞ KORKAK ALEVİ DEĞİL - HAK VE ADALETİN ALEVİSİ OL!
- Türklükle hiçbir alakası olmayan, dünyanın en eski bir dini inancı olan alevilik inancı da zaten bunu emrediyor!
- Alevilerin baş düşmanı Atatürk'ü tanı!
Alevi türkler yoktur. Nasıl ki ezidilik sadece kürdlükte varsa ve türklükte yoksa, aynı o şekilde de alevi inancı sadece kürdlere özgü bir şeydir ve türklerde böyle bir vakıa, böyle bir olay yoktur.
Bugün Sivas, Maraş, Anteb ve Malatya, Semsûr gibi, tarihteki en çok korkunç ve en acımasız katliamlarla en çok türkleştirilmiş Kürdistan'ın sınır şehirlerindeki aleviler artık özüne dönmelidirler.
Hem osmanlı döneminde, örneğin Yavuz ve hemde sözümona cumhuriyet döneminde, örneğin Atatürk, alevilerin can düşmanı, baş düşmanı olmuş ve yüzbinlercesini kürd oldukları için katletmiştir.
Türkiye sınırları içindeki Alevi köyleri haritası zaten Alevilerin en az üçte ikisinin günümüz Kürdistan haritasında olduğunu gösteriyor.
Türk-Yörük-Bektaşi köylerin yalnız başınalığı haratada görüldüğü gibidir ve bu büyük bir asimilasyon ve sürgünün de göstergesidir.
ALEVİLİK İNANCI ESKİ KÜRD İNANCIDIR DİYE ÖNCE KATLİAMLA BİTİRMEYE ÇALIŞTILAR
BAŞARAMADILAR BU DEFA YASAKLADILAR BUNDA DA BAŞARILI OLAMAYINCA
BU DEFA DA MÜSLÜMANLIKLA HİÇBİR İLİŞKİSİ OLAMAYAN ALEVİLİĞİ
MÜSLÜMANLAŞTIRDILAR
Türkiye'de Ayin-i Cem'in yasaklanması.
1935 türk basınında bir örnek; türkçe yetmiyor, fransızca da yayınlıyorlar. Alevi koruyucusu denilen Mustafa Kemal dönemi
Kurun 06/12/1935
Ulusal Birlik 06/12/1935
Akşam 06/11/1935
Beyoğlu (fransızca) 06/12/1935
NAMEYA SERENCAMÊ
Kürd tarihi var, hemde çok ihtişamlı bir tarihtir. Önce siyasi islam ideolojisi sonra da türk devleti ve hatta Avrupa ırkçıları KARARTI kürdlerin tarihini.
Araştırıp bulmak zor değil, çünkü yerinde duruyor hala.
Alın size bir ipucu:
— Nameya Serencamè’de hem açık ve hemde malum işgal, inkar ve sömürgecilik nedenlerinden dolayı saklı kalmış, derin kürd tarihi bilgi kodları var.
Örneğin işgalci türklerin tahrif etmeye çalıştığı; alevilik inancının tıpkı yezidilik inancı gibi kürd inançlı bir kökene sahip olduğu, katıksız bir kürd inancı olduğu konusu tamamıyla açıklığa kavuşturulmuştur.
(Pir spas Tirej Nıştıman bo vê diyariya granbuha!)
Cumhuriyet’den sonra, tek parti döneminde, özellikle Dersim’de Rêya Heqîyê inançlılara karşı çok büyük zulüm yapılmıştır.
Erdoğan Yalgın, Semah Dergisi’nin bir sayısında, Xızır’ın kutsal kişiliği hakkında bilgi vermektedir. Sumerlerde Ziusutra, Akatlarda, Asur’da Uta Napiştim, Tevrat’ta Naho, Kur’an’da Nuh şeklinde anılan kutsal kişinin, Batıni Alevilerde, Xızır olarak anıldığını belirtmektedir. Xızır, Hıdır, El, Eliyas, Elyas, Aliyas olarak da anılmaktadır. ( Erdoğan Yalgın, Semah-ı Pervaz Xızır, Semah Dergisi, Sayı 20, Ocak-Şubat 2015 s. 20-26)
Erdoğan Yalgın, Erkan Gülbahçe’ye verdiği röportajda da aynı görüşlerini dile getirmektedir. Bu röportaj, ‘Biz tarihimizi, tufanların yaşandığı kutsal topraklarda arıyoruz’ başlığıyla yayımlanmıştır. Yazarın ‘kutsal topraklar’ diye andığı topraklar Kuzey Mezopotamya’dır. (Semah Dergisi, Sayı 38, Mart-Nisan 2018 s. 39-44; Dersim Gazetesi, Ocak 2018, sayı 75 s. 8-10)
Erdoğan Yalgın, Dersim’in Gizemli Tarihi kitaplarında da aynı görüşleri ifade ediyor.
Dersim’in Gizemli Tarihi I Şeyh Dilo Belincan’ın (Berxêcan) Şeceresi ve Kürt Aşiretleri, (Fam Yayınları, Mart 2017, 480 s.
Dersim’in Gizemli Tarihi II, Şıx Deli-i Berxêcan Ocağı ve Pilvank Aşireti, Tarih, Folklor, İnanç ve Coğrafya, Fam Yayınları, Mart 2017, 320 sahife) Yol
Erdoğan Yalgın, Yol Bir Sürek Binbir Rêya/Raa Heqi İnancı, Kürt Aleviliği I ( Fam Yayınları, Kasım 2018, 209 s.) Araştırma-İnceleme kitabında bu düşüncelerini, daha etraflı bir şekilde yine dile getirmektedir.
Selahattin Ali Arik’in, Alevilik ve Tarihi, araştırma kitabı da bu yönden dikkat çekilmesi gereken bir kitaptır. (Dara Yayınları Haziran 2019, 317 s. )
Ahmet Önal’ın, Rêya Heqîyê İnancı Mîhtra İnancıdır, Müslümanlık, Kızılbaşlık, Alevilik Değildir (nerinaazad.org 8 Eylül 2019) yazısı da çok önemli ve değerlidir.
***
Munzur Çem, ‘Kermê Dare Dare ra Yeno’ başlıklı yazısında (Deng, Sayı 113, Mart 2019, s.64-78) başlıklı yazısında, Xızır’ın kutsal varlığıyla ilgili olarak şöyle söylüyor:
‘Alevilerde Tanrı, elbette, en büyük kutsal varlık olarak yüce yerini korumaktadır. Ondan sonra gelen Güneş ve Xızır (Hızır) Dersimlilerin dini inancında çok önemli bir yere sahiptir. Xızır en çok seslendirilen, yolunda en fazla adak sunulan evrensel kutsal varlıktır. Bu yönden onun rakibi yoktur’ (s. 72)
‘Mitraizm, Zerdüştlük, Manizm, Mazdek ve Hürremilerde, Güneş kutsaldır. Yaşamakta olan inançlardan Alevilik, Yezidilik ve Kakailerde de aynıdır. 20-30 yıl öncelerine kadar, Güneş doğduğunda ona bakıp dua etmeyen bir Dersimli düşünebilir miydiniz?’ (s. 73)
***
Alevilik kavramının 140 yıla yakın bir tarihi vardır. Osmanlı döneminde Alevi kavramı, Aliyyun, Aleviyyun şeklinde, Şia taraftarlarını, yani Sünni İslam dışında kalanları anlatmak için kullanılmıştır. Alevilik, Osmanlının son dönemlerinde, özellikle İttihat ve Terakki döneminde, Rêya Heqîyê (Alevilik) inancında olanları Müslümanlığa asimile etmek için gündeme getirilmiş bir kavramadır.
KIzlıbaşlık ise 500-550 yıla yakın bir geçmişe sahiptir. Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyd’in (1429- 1460), babası Şeyh Haydar’ın (1460-1488) askerlerini, düşman askerlerinde ayırmak için kafalarına giydirdikleri 12 dilimli kırmızı fesle ilgili bir kavramdır. Neden kırmızı olduğu, Kürdlerin tarihsel geçmişleriyle ilgilidir. Bundan önceki Kürd Tarihi Üzerine Gözlemler yazısında, bu konuyla ilgili değerlendirmeler vardı.
İslamiyet ise 1400 yıla yakın bir geçmişle sahiptir. Bugün Alevi şeklinde dile getirilen Rêya Heqîyê inancı ise çok eski bir geçmişe sahiptir. MÖ 2000’lere kadar Mitra inancına kadar uzanmaktadır.
***
Yaresan (Ehl-i hak), Kakai, Ezidi, Rêya Heqîyê (Alevilik) inancında olanlar, İslamın yayılmaya, yaygınlaşmaya başlamasından beri, çok büyük çok ağır baskılarla karşılaşmışlardır. 1500 yılında, İran’da, Şii İslam’ın devletleşmesinden sonra, Şii İslam da bu inançta olan kitlelere baskı zulüm yapmaya başlamıştır. Yaresan (Ehl-i hak), Kakai, Ezidi, Rêya Heqîyê (Alevilik) inancında olanlar, tarih boyunca hep Sünni İslam’ın ve Şii İslam’ın baskısıyla zulmüyle karşılaşmışlardır. Kitlelere halinde kılıçtan geçirme, kitleler halinde sürgün gerek Sünni İslam’ın, gerek Şii İslam’ın, çok önemli politikaları, uygulamaları olmuştur.
Yaresan (Ehl-i hak), Kakai, Ezidi, Rêya Heqîyê (Alevilik) inancında olanlara baskı, ilk olarak İslam’ın Kürdistan’ı fethetmesi döneminde gerçekleşti. İkinci -Halife Ömer döneminde (634-644), Dördüncü Halife Ali döneminde (656-661) bu inançları yaşayan kitlelere İslamı kabul etmeleri doğrultusunda çok büyük baskılar yapıldı. İslamı kabul edenler normal yaşamlarını şöyle-böyle sürdürdü. Ama, kendi inançlarında dinlerinde direnenler kılıçtan geçirildi. Bütün Zerdüşt ateşgahları yıkıldı. Kılıçtan kaçanlar sürgün yollarına düştü. Kaçamayanlar, dağların doruklarına çıkarak, baskıdan, zulümden uzak kalmaya çalıştılar.
Yaresan (Ehl-i hak), Kakai, Ezidi, Rêya Heqîyê (Alevilik) inancında olanlara karşı, dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında, Mani, Mazdek, Hürremiye hareketleri sırasında da çok büyük baskılar, zulümler gerçekleşti. Bu süreç içinde de Ortadoğu’nun, Yakındoğu’nun çeşitli bölgelerine, Bizans topraklarına büyük göçler gerçekleşti.
16. yüzyılın ilk çeyreğinde, Osmanlı-Safevi mücadelesi sürecinde, Yaresan (Ehl-i hak), Kakai, Ezidi, Rêya Heqîyê (Alevilik) inancında olanların durumu yine dikkat çekmektedir.
Osmanlı, Teke Yarımadası, Tokat, Sivas vs. yörelerinde, Rêya Heqîyê (Alevi) inancında olanları Müslüman yapmak için baskısını arttırmıştır. Müslüman olmayı kabul etmeyenlere basısını, zulmünü tırmandırmıştır. Bu kitleler de İran’a Safevilere sığınmaya çalışmıştır. Aynı dönemde, Şii İslamı devletleştiren İran ‘da bu kitlelere, ‘Siz Müslüman değilsiniz…’ diyerek baskısını sürdürmüştür.
Şah İsmail (1489-1524) İran’da Şii İslamı devletleştirdikten sonra, Rojhilat’ın güneyinde yer alan yörelere, Yaresan (Ehl-i hak) inancını yaşayan kitlelere karşı çok yoğun bir saldırı gerçekleştirmiştir. Bu saldırılar da buralarda yaşayan büyük kitlelerin yerinin yurdunu bırakıp göç etmelerine neden olmuştur.
19. yüzyılın ilk yarısında, Mîr Muhammed ve daha sonra Mîr Bedirxan, Kürdistan’ın güneyinde, Şengal ve Laleş taraflarında, Ezidi Kürdlere karşı çok kapsamlı bası ve zulüm yapmıştır. Bu, geriye kalan Ezidi Kürdlerin, Kuzeye doğru hareketlenmeleri gibi bir sonuç doğurmuştur.
19. yüzyılın sonunda, yirminci yüzyılın başında Osmanlı Rêya Heqîyê (Alevilik) inancını yaşayan kitleleri Müslümanlaştırmak için çok büyük çaba sarfetmiştir. Müslüman olmayı kabul etmeyenlere karşı devler terörü tırmandırılmıştır. İttihat ve Terakki döneminde bu zulüm artmıştır. Alevilik, bu dönemde oluşturulan bir kavramdır. Bir asimilasyon kavramıdır. Bu inançta olanları Müslümanlaştırmak için üretilmiş bir kavramdır.
Cumhuriyet’den sonra, tek parti döneminde, özellikle Dersim’de Rêya Heqîyê inançlılara karşı çok büyük zulüm yapılmıştır. Örneğin, Temmuz 1938’de, Hozat’da, Sekesur Dağı’nda, Axuçan Ocağı’dan, Pîr ailesinden 22 kişi, bir evde toplanarak, ev, içindeki insanlarla birlikte ateşe verilmiştir. Bu operasyonların amacı, şüphesiz ilk önce, ‘çibanbaşı’ olarak değerlendirilen Kürdlüğü yoketmektir. Ama, Rêya Heqîyê inançlıları Müslümanlaştırmak da çok önemli bir çabadır.
Baskı, zulüm sürecinde oluşan göçlerin dikkate değer sonuçları olmuştur. Munzur Çem, yukarıda sözü edilen Kermê Dare Dare ra Yeno’ başlıklı yazısında bununla ilgili bazı bilgiler vermektedir.
‘İslam ordularının Kuzey Mezopotamya'yı işgal etmesi, Kürdistan halkı bakımından yaşamı oldukça zorlaştırdı. İslam’ı benimseyen kesimler, şöyle veya böyle, kendi topraklarında yaşamlarını sürdürmekte fazla zorlanmadılar. Ama Müslümanlığı kabul etmeyenler bakımından durum çok farklıydı. Baskı ve terör politikası karşısında Kürdistan'dan dışarıya yaşanan göçler aynı zamanda Aleviliğin farklı versiyonlarının yayılmasını sağladı.
Örneğin, bu gün Lübnan ve Suriye gibi ülkelerde yaşayan, inanç ve kültür yönünden Alevi Kürtlere çok yakın olan Druziler (Dürziler)'in, Kürdistan'dan göç edip gelen Kürtler olduklarını, bizzat bu grubun bir suikasta kurban giden lideri Kemal Canpolat söylemişti. Canpolat Druzilerin Kürt olduklarının, göç yoluyla Kürdistan'dan buraya geldiklerini, pirlerinin hala Kirmanşah'ta olduklarını söylemişti. Kemal Canpolat, şu an Druzilerin lideri olan Weli (Veli) Canpolat'ın babasıydı.
Günümüzde Suriye'ye ait Lazkiye ve Tartus'tan, Halep ve Hatay'a kadar uzanan bölgede yaşayan ve çoğu asimile olup Araplaşmış Alevilerin önemlice bir kesiminin, aynı şekilde yüz yılarca önce Şengal'den göç edip gelen Kürtler olduklarını sadece tarihçiler değil, Esad ailesi dahil bu kitleye mensup bir çok kişi tarafından da dile getirilmektedir.
Şu an hayatta olmayan Suriye Devlet Başkanı Hafız Esat ta, hayat hikayesi üzerine bir kitap yazan İngiliz yazar Patric Seel'e, atalarının 800 yıl önce Sincar'dan göç edip geldiklerini söylüyor.’ (s. 77)
Xızır Nasıl Ali Oldu?
Ali, Hasan, Hüseyin, Kerbela, Oniki İmam, Ehlibeyt, Fatıma Ana, Evladı Resul, Seyidlik gibi kavramlar, Şii İslam’ın kavramlarıdır. Bu kavramların, Kürdistan’da ve Anadolu’da yaşayan Rêya Heqîyê (Alevilik), inancındaki kitleleri nasıl etkilediği, bu etkileşmenin ne zaman başladığı, nasıl devam ettiği önemli bir sorudur.
Şii İslam’ın, Rêya Heqîyê (Alevilik), inancını yaşayan kitleleri etkilemeye başlaması, 15. yüzyılın ilk yarısına başlamıştır. Şeyh Cüneyd (ölümü 1460) ve Şeyh Haydar (ölümü 1488) Şah İsmail dönemlerinde yoğunlaşmıştır. Şah İsmaille birlikte, 1501 yılında Şiiliğin devletleşmesiyle, bu etki daha da yoğunlaşmış, yaygınlaşmıştır.
Osmanlı yönetiminin, Anadolu’da, Rêya Heqîyê inancını yaşayan kitlelere, yoğun baskısı, bu kitlelerin İran’dan, Şah İsmail’den medet ummaları gibi bir süreci başlatmıştır. Bu kitlelerin Şii İslam’dan etkilenmesi böyle bir ilişkiler sürecinde gelişmiştir.
Şah İsmail’in ailesi aslında Kürd kökenli bir ailedir. Sünni Müslüman bir ailedir. Aile, Sincar’dan kalkıp Hazar Denizi’nin güneyine göç etmiştir. Bu göçten sonra, Şiileşmiştir. Aile, kendi şeceresini, önce, düzenlenen bir sahte şecereyle Yedinci İmam Musa Kazım (745-799) üzerinden Dördüncü Halife, Birinci İmam Ali’ye kadar uzatmış. Şah İsmail’, Şii İslamı devletleştirmesinden sonra da, geşmişini, yine sahte bir şecereyle, İmam Hüseyin ve İmam Ali üzerinden Peygamber Muhammed’e kadar uzatmıştır. Murad Ciwan’ın, Çaldıran Savaşı’nda Osmanlılar, Safeviler ve Kürdler İlk Kürt-Osmanlı İttifakı (1514) Avesta, 2015, İstanbul) kitabı bu bakımdan önemlidir. (s. 63, 67) Bu durum bundan önceki, Kürd Tarihi Üzerine Gözlemler yazısında anlatılmıştı.
Rêya Heqîyê inancını yaşayan insanlar her zaman ‘Ya hozatê Xızır’ derler. Başı sıkıştıklarında, her zaman Xızır’ın yardımlarını beklerler. Xızır’ın kendilerini koruyacağını düşünürler. Ama Şii İslam’ın Rêya Heqîyê inancındaki insanları, kitleleri etkilemesi sürecinde İmam Ali’nin adı daha çok söylenir olmuştur. Yedi Ulu Ozan’ın bu konulardaki rolünü de küçümsememek gerekir. Seyid Nesimi (1369-1417) Şah Hatayi (1489-1524), Fuzuli (1504-1556) Yemini (15. yüzyılın sonu, 16. yüzyılın başı) Pir Sultan Abdal (16. yüzyıl) Kul Himmet (16. yüzyılın ikinci yarısı) Yedi Ulu Ozan olarak sayılmaktadır. Bu ozanlar, şiirlerinde İmam Ali’ye, İmam Hüseyin’e sonra da Şaha çok büyük övgüler düzmüşlerdir. Kerbela acısını dile getiren şiirler yazmışlardır.
Şiilik, Araplardaki bir iktidar kavgasıdır. Bu kavga Kürdistan’da Kürdleri, Anadolu’da Türkmenleri nasıl etkilemiştir? Nakibül Eşraflardan alınan sahte şecerelerle, ‘Musa Kazım’dan geliyoruz’ ‘İmam Rıza’dan geliyoruz’ ifadeleri nasıl üretilmiştir? Bunlar elbette önemli sorulardır. Geçmişte, Alevilik ile ilgili birçok yazıda bu tür konuların tartışıldığını da vurgulamak gerekir.
Son 30-40 yıldır, Şii İslam’dan etkilenme daha yoğunlaşmıştır. Artık, Xızır yerine Ali adı daha çok dile getirilmektedir. Cemevlerinde, Cemlerde, bu etki daha çok hissedilmektedir. Devlet, Rêya Heqîyê inancını yaşayan insanları, kitleleri, Sunni İslam’a asimile etmek istiyordu. Bu konularda çeşitli dönemlerde çok büyük çabaların gösterildiği de biliniyor. Ama yaşanan bu son süreçlerde, bu kitlelerin Şii İslam’a asimile oldukları rahatlıkla söylenebilir. Munzur Çem, Kermê Dare Dare ra Yeno’ yazısında bu durumu ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Munzur Çem şöylle diyor:
Aleviliğin temelinde tarihsel olarak birbirlerini izleyen Mitraizm, Zerdüştilik, Manizm, Mazdekizm ve Hürremilik gibi inanç ve hareketler olduğunu düşünüyorum. Zerdüştilik, bu işin merkezinde yer almaktadır. İslam’la ilişkiler, daha doğrusu Şiiliğin etkisi çok sonraları ortaya çıkan bir gelişmedir. Ayrıca Alevilik-Şiilik ilişkisi, daha çok söylemle sınırlı, pratikte oldukça zayıf kalan bir ilişkidir. 40-50 yıl öncesine kadar pratikte, 12 İmam mateminden başka Alevilerle Şiiler arasında neredeyse ortak hiçbir bağ yoktu. Aleviler son 30-40 yılda Şiiliğe kaydılar ve hala da kaymaya devam ediyorlar. Yeri gelmişken, bu kendi kendini asimile etme (oto-asimilasyon) kendi yörem olan Dersim'den birkaç örnek vereyim:
1970'lerden önceki mezarlara bakın, bir tekinde İslami her hangi bir motif ya da vurgu yok. Ama son 30-40 yılda yapılmış olanların hepsinde "Ruhuna Fatiha"yı görürsünüz. Çocukluğu Cem-cemaat içerisinde geçmiş bir olarak rahatlıkla diyebilirim, bugün yapılan cemler, çocukluk ve gençliğimde gördüğüm cemlere benzemiyorlar. O zaman Cemlerde vurgu Dersim evliyalarınaydı, 12 İmam anması oldukça geri plandaydı. Şimdiki cemlerde ise Dersimliler kendi evliyalarının adını bile ağızlarına almıyorlar. Cem İslami olmayan bir ibadet olmamasına rağmen, eline sazı alan Muhammed-Ali-Ana Fatma ile başlıyor, onlarla bitiriyor. Yine 1970'lere kadarki Dersim halk türkülerine ve dualara bakın; bunlarda İslami motifler yok denecek kadar azlar. Kaldı ki var olanların çoğu da sonradan eklenmiş. Şimdi ise, Türkçe sözlü, İslami içerikli dua ve beyitlerden geçilmiyor. 30-40 yıl öncesine kadar ölülerin gömülmesi sırasında "Mıle" gelir, Kurandan ve tabi Arapça 5-10 dakikalık bir parça okur ve tören biter. Ama şimdi öyle değil. Cenaze töreninde, Alevi örgütleri tarafından yazılmış şeriatçı nitelikte, tümüyle uydurma oldukça uzun Türkçe bir tekst okunmaktadır.
Bu birkaç örnek te gösteriyor ki bugün "Alevilik" artık 40-50 yıl önceki Alevilik değildir. Aleviler, özellikle de 1980'lerden itibaren atalarından devraldıkları Aleviliği bir kenara bırakıp "Türk-İslam" sentezi içerikli yeni bir "Aleviliğe" yöneldiler. Bugün adeta dili Türkçe, içeriği ise Şii İslam olan yeni bir "inanç"la karşı karşıyayız. Eskinin gerçek Aleviliğini yaşatmak isteyenler hala var ama güçleri ve etkinlikleri sınırlıdır. (s. 74-75)
(Akt: NA)
Kürd aleviliğinin Ali'si
Kadim kürd devletlerinin ve sümerin hava tanrısı ELLİ'mi?
HavaTanrısı,
boğa boynuzlu hava tanrısı
İsmi şöyle geçer; Enlil,Ellil,El,Eli,Oli,Ali...
Göbeklitepe'yle başlayan Ve
Kadim Mezopotamya medeniyetlerinden Sümer Babil Akad
Anatolya'nun Hati, Mitani, Hurri ve Guti'lerin kadim Tanrısı ELLİ
Hava ve gök Tanrısı başındaki başlık dikkat çekici ..
Başlıktaki her çiziye dingir denir...
ALEVİLİĞİN DERİN KÖKLERİ
MÖ 2200'lerde Sümer Isın dönemindeki ünlü kral Gudea'nın 12 tapınak görevlisi ile tapınakta yaptığı dini tören,Cem evi törenlerindeki Alevi ayinine benzer. Bu tapınım bölge coğrafyasında görülen en kadim Alevi tapınım şeklidir.
Hıristiyanlık dönemi ve İslamiyet sonrası başlayan dini yakınlıklar ile Alevilikte yeni dini görünümler gelişti. Bu dönemlere dair Alevilikte oluşan dini görünümler bir kenara bırakılırsa büyük olasılıkla Aleviliği MÖ16. yüzyılda Akdeniz Toros Dağları'na kadar taşıyan Kürdlerin Yukarı Fırat ve Kilikya-Kapadokya havzasında görülen Doğu-Aryan-Hindu dini inançlı ataları Mitannilere dayandırmak doğru olacaktır.
Mitannilere dair dini kaynaklarımız hala üç tane yemin tanrısı olan; Mitra, Nasatya ve Varuna'dan öteye pek geçmez. Onların dini bakiyesini besleyen Kommagene kültüründeki dini Doğu Aryan-Hindu görünümler ve Kilikya ve Kapadokya'sının Hıristiyanlaşması döneminde bize kalan tarihi verilerdir. Daha sonra aynı Doğu Aryan-Hindu inançlı dini kültü MÖ 6. yüzyıldan sonra bölgeye Med, Pers, Part ve Sasani toplulukları taşıdı. Özellikle bölgede oluşan Kürd halkında Zerdüştlük-Mitracılık, Manicilik ve Mazdek dini gelişimi ile Alevilik pekişmişti. Ayrıca Mitracılık, Mecusilik, Manicilik ve Mazdek dini ayinler ile ilgili Alevilik itikatları, Alevilikteki; Kitabi Dinlere (Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık) ait dini itikatlar çıkarıldığında rahatlıkla görülür.
Hristiyanlık dininin bölgede Sami Aramilere, Yunanlılara ve Ermenilere yayılması ile bölgedeki Doğu Aryan soylu topluluklar kendi inançlarını daha çok korudular. Bizans-Sâsâni savaşları bir yerde Hristiyanlık-Zerdüştlük (Mecusi) savaşlarına dönüştü. Bu dönem Bizans-Sâsâni sınırında yaşayanlar (Fırat boyları) önce bazı Hristiyan inançları da kendi dinlerine kattılar. Bölgede gelişen İslamiyet’in hakimiyeti ile birlikte Hristiyanlığa benzer şekilde Alevilikteki İslami görünümler "kendini savunu" anlayışı ile oluşmuş olduğu görünür.
Ön Asya'da günümüzde çeşitli bölgelerde görülen Ezidilik, Kakayilik (Yarsan, Ene'l-Hak) ve Alevilik vs. aynı dini kültten oluşan benzer dini yapılardır.
01.11.15
Bahoz ŞAVATA
__________________________________
ALEVİLER ve SÜMERLER
TANRI ALi ve ARAP ALİ
Başlığa bakıp, "yok canım, daha neler" diyenlerimiz mutlaka olacak. Alevilik nire, Sümer nire..
Daha önceki paylaşımlarımızda da bahsettiğim gibi, kadim toplumlarda farklı tanrı isimleri mevcut olsa da, bu tanrıların ilk karakterleri tek bir kaynağa dayanır. Aynı tanrı, Mısır dinlerinde farklı, Sümerlerde farklı, Babillerde farklı, Antik Yunan'da farklı isimlerle çıkar karşımıza. Hikayelerinde farklılıklar da olsa, karakterleri hemen hemen aynıdır. Hatta günümüzde İslam inancında olanlar dahi kadim kültürlerin tanrı isimlerini İslam tanrısı "AL-LAH" için kullanır olmuşlardır. AL-LAH ismi yerine Farsça "Mevla", İbranice "RABB" ya da Hurrice "Huda" kullanılmasında herhangi bir sakınca görülmemiştir.
Bu tanrılardan en belirgin olanı ise Sümer gök tanrısı GUD ALU'dur. Bu tanrıyı aslında hepimiz yakınen tanıyoruz. Hala tartışma konusudur. İngilizce'de kullanılan GOD kavramının kökeni hakkında farklı teoriler ortaya atılmışsa da, bana göre Sümer tanrısı GUD'un karşılığıdır GOD. Anlamı ise bizim bugün kullandığımız TANRI kavramının tam karşılığıdır. ALU ise, İbranice'de EL/AL/iL(aH)/EL(oH)'tur. Yani EL, İbranice'deki Aleph (Boga) ve Lamed (Asa)dir. GUD ALU aynı zamanda Sümerlerde "göksel boga"yı temsil eder. İsmi EN'dir. Zamanla hava tanrısı oğlu LiL ile birleşerek, EN-LiL ismini almış, Sümerlerin en büyük, en güclü baştanrısı haline gelmiştir.
Tanri EN-LiL, Zazalarda yine "boga" simgesiyle resmedilmis, Zazaca HAKKO ya da HOKO (HAKK) seklinde anilmistir. Anadolu'da HAKK (tanrisi) icin adanan daglara ALi DAGI (ULU DAG) denmistir. Sümerlerde daglarin bulunmadigi bölgelere ise bu daglari temsilen tepelikler yapilmis, tapinaklar da bu tepeliklerin üzerine insa edilmistir. Bunlarin "yer ile gögün bagi" yani "insan ile tanrinin bagi" olduguna inanilmis; alevilikte de bu tür tümseklere insa edilen tapinak ve türbelere "ziyaret dagi" denmistir.
Babasinin gücünü de kendinde barindirmasiyla birlikte tüm tanrisal güclere sahip olan EN-LiL'e Sümerler, tanrilarin babasi anlamina gelen "BELUM" demislerdir. Bu da günümüzde alevilerdeki "BALIM SULTAN" karsiligidir. Sümerlerde kadinlarin tanrilari anmalari farklidir. BELUM'un ismi de kadinlar arasinda MuLiL idi.. Bu da yine alevilerde Meluli ismiyle meshur, "Melul Baba"dan baskasi degildir.
Sümerlere göre tüm tanrilar ve tüm evren, Nammu diye adlandirilan karanlik bir denizden varolmuslardir. Yani hayatin ve varligin kaynagi bu karanlik deniz Nammu'dur. Önce tanrilar alemi yaratilmis, tanrilar da bu Nammu'dan evreni ve tüm canlilari yaratmislardir. Sümerlerin ikinci önemli tanrisi olan ENKi de yaratilista rol oynadigindan, onun adina "Tatli Sularin Evi" anlamina gelen "ENGURRA" ismiyle anilan tapinak yapilmistir. Bu tapinak, tanrilarin da yaratildigi "Nammu" isimli karanlik denizi temsil ederdi. Yani hayatin kaynagi. Bu da gerek alevilikte, gerekse bazi Islamlasmis tarikatlarde "AB-I HAYAT" yani HAYAT SUYU seklinde anilmistir. Sümerlerde Nammu'nun basinda tanri ENKi bulunur. Bu da yine alevilikte "Sercesme Hünkar"dir, "Hizir Göl / Hazar-Göl / Bin-Göl"dür.
Sümer tanrilarinin sayisal makam degerleri vardir. Yedi büyük tanri vardir. Bu yedi tanri, kader tayini yapabilme özelliklerine sahiptirler. Bu tanrilara "(yedi) Büyük Tanri" anlamina gelen "ELLi TANRI" denirdi.
Tanri ENLiL'in (kisaltilmis ismi EL) makam sayisi 50'dir. Alevilikte Sercesme Ali ismiyle anilir. Zazaca- Kürtce'de 50 "penci"dir. Sümerlerde deniz AB-BU (AB=SU. Ayni zamanda yaratilisin kaynagi olmasi hasebiyle de ABU/EBU yani Ibranice ve Arapca'daki BABA anlami). Alevilikte "pence-i Ali Abba" = Sümerlerde "Yaratilisin kaynagi 50 makamli tanri EL"
Tanri ENKi'nin sayisal makami 40'tir. Alevilikte "KIRKLAR MAKAMI"dir. Zazaca'da "CIL", 40 demek. CIL ya da CILO DAGI ismini de bu "KIRKLAR DAGI" ile özdesmisliginden almistir. Kirklar meclisine yine Zazaca CILAHANE denir. Zamanla bazi tarikatlarda "CiLEHANE" denmisse de asli 40'lar meclisi anlamina gelen CILAHANEdir.
Haci Bektas'in KURDestan'da bir irmagin basindayken baliklarin ona selam verdikleri ile ilgili kerametin kaynagi, Sümer (Tevrat'ta da gecen) Firat, Dicle, Aras ve Pison irmaklarinin basinda duran Hizir Kal Enki (Hazar Göl Enki) tanri ENKi'nin hikayesidir.
Hattusa Yazilikaya'da Sümer tanrisi Tashup, tepesinde cansiz iki insanin oldugu iki dagin üzerine iki ayagiyla basarak daglari yürüttür. Ayni sekilde Haci Bektas da kayalari yürütür ki, her ikisi de evrenin dönüsünü simgeler. Bu da alevilikte "semah" ile özdeslesmistir. Sümerlerdeki Tanri Tashup'un yürüttügü Hazzi Nanni daglari, alevilerde semah esnasinda "has nenni nenni" diye söylenir.
Siyasal Islam'in Mezopotamya ve Anadolu'ya kadar yayilmasi sonrasi, o bölgelerde Kuran haricinde kitaplarin okunmasinin yasaklanmasi anlamina gelmistir. Iskenderiyye, Sam ve Bagdat'ta bulunan kütüphaneler bu sebeple de yakilip yikilmistir. Bölgede asimilasyon politikalari uygulanirken, Hallac-i Mansur'un direnisiyle karsilasilmistir. Hallac-i Mansur anlatildigi gibi bugün bildigimiz klasik bir tarikatci degil, Sümer dinine mensup "katiksiz has alevidir".
Müslümanlarin anlattiklari hikayeye göre Hallac-i Mansur "ENEL HAKK" yani "BEN HAKKIM, BEN ALLAHIM" dedigi icin zamanin kadisi tarafindan kendini Allah'in yerine koydugu gerekcesiyle idama mahkum edilmis, eti ligme ligme koparila koparila öldürülmüstür. Bu, tarikatcilarin kendilerince "Allah dostu, evliyalardan, ermislerden, zahirde öyle ama batinda Allah ile hemhal olmus" deyip, Hallac-i Mansur'u sahiplenmelerine neden olmustur. Ancak Mansur asimilasyona ve din degistirmeye karsi geldigi ve bunun icin de insanlari siyasal islama karsi örgütledigi icin öldürülmüstür. EN-EL HAKK slogani ise, EN- EL ve HAKK (ENKi) tanrilarinin isimlerinden mütesekkil bir slogandir.
Muhammed'in damadı ALi ile özdeşleştirilmiş olan aleviliğin ALi'si, Sümer tanrısı ELi'dir. Alevilerin yaşadıkları Horasan bölgesi de alevilerin İslam öncesinden beri Sümer Tanrısı EL ve diğer tanrıların varoldukları bir bölge.. Zamanla siyasal baskılar ve İran şiilerin etkisiyle tanrı ALi yerini Muhammed'in damadı ALi'ye bırakmıştır.
Mustafa Sevi
YARSANÎTÎ (Kakeîtî) ELEWÎTÎ û ÊZDAYETÎ YEK IN Û JI BAWERIYEKE KEVNARE YA ERDNÎGARIYA KURDISTANA MÊJÛYÎ NE:
Haci Bektaşî Welî jî kirin tirk !!!
HECÎ BEKTAŞÊ WELÎ NÎŞABÛRÎ
Hecî Bektaşê Welî yan Hecî Begteşê Welî, derwêş, olzan, pêşawa, sofî, mîstîkkarek mezin ji Ecemistanê (Îran) ye.
Damezirînerê Terîqeta Bektaşiyan (begteşiyan) e. Bi Farsî jê re Hacî Bakteş Walî, bi tirkî jî 'Haci Bektaş-i Veli' dibêjin. Di nava salên 1209 - 1271ê de jiyaye. Li Nîşabûr a Xorasanê ji diya xwe bûye.
|
İşgalci islamo-faşist türkler kürd alevilerin evlerini imha etmek için işaretlerken.. Tıpkı Maraş katiamı döneminde yaptıkları gibi
___________________0____________________
LUWIANS
The ancestor of Europeans
ZIMANÊ LÛVÎ, yek ji zimanên windabûyî yên Anatoliyayê ye. Ew jî wekî Kurdî zimanekî Îndogermanî bû. Tê gotin ku zimanên Lûvî, Xatî/Hatî/Hîtît, Hurî û Mitanî wekî zaraveyên Kurdiya îro bûne. Ango gelekî nêzîk bûne. Her weha Ûrartû jî.
LUWIAN LANGUAGE is one of the lost languages of Anatolia. It was also an Indo-Germanic language as Kurdish. It is said that the languages of Luwi, Hittite, Hurrian and Mitani became the dialects of Kurdish today. That was very close. Also so was Urartu language. Word by word, Luwi and Modern Kurdish:
|
LUVİLER
|
Luvi dili (Luvice veya Luwice) Anatolya'nın yerli halklarından biri olarak kabul edilen Luvilerin dili olup, Anatolya'nın en eski dillerinden biridir. Bu aynı zamanda, Hititlerin hiyeroglif yazılarında kullandıkları dildir.(Mısır ve Girit hiyeroglif yazısından farklı olan bu hiyeroglif yazısı daha çok mühürlerde ve kaya anıtları gibi büyük yazıtlarda kullanılmıştır) Hititler'in çivi yazılı belgelerinde bu halktan Luvili (Luwi’li) olarak söz edilmektedir. Hitit imparatorluğunun yıkılmasından sonra Hititlerlerin çivi yazısının unutulmuş olmasına karşın, Luvi dili ve yazısı biraz değişikliğe uğramakla birlikte Anadoluda varlığını sürdürmüştür. |
IŞIĞA BU KADAR DÜŞMAN OLUNUR MU?
Alman jeoarkeolog Eberhard Zangger, “Luviler ve Troya Savaşı” adlı kitabında Anadolu’da çok eski kültüre sahip Luvi adında bir halkın yaşadığını, Avrupa’nın Türkiye’ye karşı ideolojik nedenle bu kültürü görmezden geldiğini savunuyor. Zangger, Miken krallığının, Troya’ya savaş açmasının sebebinin, Ortadoğu’yu yakıp yıkan ve büyük bir imparatorluk kuran Luvileri yok etmek olduğunu ve sonunda Troya’yı yerle bir ettiklerini iddia ediyor.
Hititlerin başkenti Hattuşa’da bulunmuş ve Akatça çivi yazısında yazılmış belgelerde, Luvi dilini konuşan halkların yaşadığı bölgeye Luwiya deniyordu. En az 900 yıl boyunca kullanımda kaldığı belgelenen Luvice, hiyeroglif işaretleriyle yazılırdı. Güney ve Batı Anadolu’nun tamamında konuşulurdu. İsviçreli Asurolog ve Hititolog Emil Forrer 1919 yılında ilk defa çivi yazılı arşivlerdeki Luvi dilini okumayı başardı. 1953’ten sonra Hattuşa’daki Luvi metinlerinin yayımlanmasıyla beraber Luvi çivi yazısı, Luvi hiyeroglifleri ile ilişkilendirildi ve 520 işaretten oluşan Luvi hiyeroglif yazısı anlaşılmaya başlandı. Arkeologların aksine dil bilimciler arasında Batı Anadolu’da Luvice diye bir dilin konuşulduğu tartışması
Dünyanın En Güvenli Ülkeleri
İsviçreli dilbilimci Emil Forrer, 1920’li yılların başında Luvilerin Hititlerden çok daha büyük bir halk olduğunu yazdı. Kibele, Afrodit, Apollon ve Artemis gibi tanrı ve tanrıça adları da Anadolu’da en yaygın dil olan Luvicedir. Luvi, Hititçe’de ışık insanı anlamına geliyor. Birçok dilde de ışık kelimesi Lu kökünden türemiştir: İngilizce’de light, Almanca’da licht, İspanyolca’da Luz,İtalyanca’da Lure, Latince’de lux gibi.
Luviler hiçbir zaman merkezi bir devlet kurmamış. Bilim, sanat ve felsefede dönemlerinin çok ilerisinde oldukları biliniyor. İleri bir matematik ve mühendislik bilgisiyle yaptıkları şehirler birçok Avrupa kentinin yapımına ilham kaynağı olmuş. Zangger, başta Güneş olmak üzere, yıldız-tanrılara tapan, Venüs’ü dişi bir tanrı olarak gören ve taşıdıkları bölgesel özerklik / krallık haliyle günümüz Avrupa Birliği’ni alenen çağrıştıran Luvi Uygarlığı’nın, M.Ö. ikinci bin yılın büyük kısmında iskân edilmiş 340 yerleşim yerini, sistematik olarak ilk defa kayıt altına aldığını öne sürüyor
Mauna Kea Gözlemevleri (Hawaii)
MÖ 2. binyıl boyunca Anadolu’nun büyük bölümünde anadili Luvice olan halklar yaşardı. Bu halklar Yunanistan ve Anadolu’nun en iyi tanınan halklarından olan Minoslar, Mikenler ve Hititlerin çağdaşı, ticari ortakları ve bazen de rakipleriydiler. Gerçekte Luviler yazıyı, Yunanistan’daki saraylarda kullanımından en az 300 sene önce kullanmaya başlamıştı. Luvilere ait bu yazılar Avrupalılar tarafından 19. yüzyılda, Miken, Minos ve Hitit belgelerinden çok daha önce keşfedildi.
İsviçreli araştırmacı Eberhard Zangger şöyle diyor:”Troia antik kenti aslında şu anda görünenin 100 katı daha büyük bir alana yayılıyor. Çünkü bu kent, bundan dört bin yıl önce Anadolu’da yaşayan ve haklarında çok az şey bilinen Luvi Uygarlığı’nın etkisi altındaydı. Luviler hakkında bir şey bilmiyor olmamız, tamamen politik. Yunan hayranı Batılı tarihçilerin işine böyle geldi. Arkeoloji, Avrupa’nın Osmanlı’yla mücadele ettiği dönemde ortaya çıktı. 20. yüzyıla kadarki paradigmalar Avrupa uygarlıklarını büyük gösterip Türkiye topraklarındakileri küçük göstermek amacıyla geliştirilirdi. 1192’de Hititler’i yıkan büyük saldırıyı yapan, antik Mısır kaynaklarında geçen saldırgan “Deniz İnsanları” da aslında Luvilerden başkası değil. Eski çağların en büyük anlatısı, yani Troia Savaşı ise Luviler’in güçlenmesine karşı saldırıya geçen Yunan kentlerinin bir saldırısı.”
Zangger, Akdeniz’deki kentleri yakıp yıkanların Luviler olduğu görüşünü MÖ 1190 yılına ait, Afyon yakınlarındaki Beyköy’de bulunan, 30 metre uzunluğunda Luvi dilinde yazılmış taş yazıta dayandırıyor. Bu yazıtta baskınları düzenleyenlerin isimleri, amaçları ve motifleri bulunuyor. Batı Anadolu’da yaşayan Luvilere ait 340 yerleşim yeri belirlenmiş bulunuyor. Verimli toprakları zengin bir bakır, tunç, gümüş ve altın madenlerine sahip. Ülke içlerine kadar uzanan ırmaklar canlı bir ticaret ağını sağlıyor. Afyonkarahisar yakınlarında 1878 yılında bulunan Luvi dilindeki bir antik yazıt ilk kez deşifre edildi. Belgelerde geçen “gizemli deniz insanları”nın Anadolu’nun yerli halkları olduğunu gösterdi.
Dünyanın En Güvenli Ülkeleri
Independent gazetesinin haberine göre arkeologlar 3 bin 200 yıl önce taş yazıta kazınan hiyelogrif yazıları çözmeyi başardı. Taş levhaya antik Luvi dilinde yazılan yazılara göre, Batı Anadolu’daki krallıkların birleşik donanmaları Doğu Akdeniz’de sahil kentlerine baskın düzenledi. Yazıtta bu gemicilik konfederasyonuna ait yağmacı güçler tarihçilere göre yeni doğan Bronz Çağı medeniyetlerinin çökmelerinde rol oynadı. Araştırmacılar yazıtın Bronz Çağı krallığı Mira kralı Kupanta-Kurunta’nın emriyle Milattan Önce 1190 yılında hazırlandığını düşünüyor. Metinde Mira krallığının yanı sıra diğer Anadolu medeniyetlerinin antik Mısır’ı ve Doğu Akdeniz’deki diğer bölgeleri Bronz Çağı’nın bitişinden önce işgal ettiği belirtiliyor. Arkeologlar M.Ö. 1200 civarında büyük medeniyetlerin ani ve kontrol edilemez çöküşünün arkasında “gizemli deniz insanları” saldırıları olduğunu düşünüyordu. Bunlara “Truvalı Deniz Halkı” adını veren arkeologlar bu gizemi yüzyıllar boyunca çözememişti.
İsviçreli Jeoarkeolog Dr. Eberhard Zangger, Anadolu’nun tarihinin bilinen gibi olmadığını ve baştan yazılması gerektiğini söylüyor. Luviler tarihte hak ettikleri yeri aldığında günümüzde Grek medeniyeti üzerinde yükseldiğini düşünen Avrupa’nın aslında Luvi medeniyeti üzerinde yükseldiği görülecek. Avrupa’da Luvi diyen tarihçilere deli gözüyle bakıldığını ifade eden Zangger şunları söylüyor: “Ben onlardan biriyim. Senelerce Yunanistan’da çalıştım. Birikimim beni Luvilere doğru götürdüğünde ise aforoz edildim. Çünkü bu arkeolojinin baştan beri yazılan tarihini değiştirecek. Örneğin, Hititlere ve Grek medeniyetine ait olduğu düşünülen birçok şeyin Luvilere ait olduğu fark edilecek.”
Yazım sümerler’le başladı ancak daha öncesinde de vardı ...
LUVİLER ALUVİLER
Bu gün size binlerce yıllık tarihi boyunca sayısız sıkıntılarla boğuşmuş, vurula vurula, kırıla kırıla tüm tarihi belgeleri yok edilmiş, kendi benliğini unutmuş kadim halkın Anadolu da yaşayan kısmının inançlarını anlatacağım. Işıkların ne yazık ki bu günlere kalan nefesleri dışında onları anlatan tüm eserleri yok edilmiştir. O nedenle sizlere anlatacağım şey aslında bir söz arkeolojisidir. Işıklarla ilgili anlatacaklarım elbette bununla kalmayacaktır. Bu sadece bir başlangıçtır.
Işık İnsanlarının İnancına Giriş
Işıkların inanışına ait sırlar üstün algılama düzeyi olan, belli bir eğitimden geçen kişilere anlatılırdı. Bilgi büyük bir yüktür, taşımaya ehil olanlara taşıtılır. Bu nedenle Işık dini kendini sembollerle, ışık inancının özüne ulaşmış bir azınlıktan başkasının anlayamayacağı terimlerle ifade etmiştir.
Başka dinlerin hüküm sürdüğü çağlarda kendilerini serbestçe ifade edememeleri, Işıklara gizli toplum denen bir hüviyet kazandırmıştır. Zamanla bu aktarım zinciri koptu. Savaşlar sürgünler vs nedeniyle sır verilemez oldu. (Erik Cornell Dragomomen adlı kitabında Alevilerin (ışıkların) dinleri etkileyen gizemli bir kardeşlik örgütlenmesi olduğunu sürekli baskı, şiddete maruz kaldığını söylüyor) . Geniş ışık inanışı kitleleri, Şeriat mertebesindeki söylemleri kendi inançları saydılar.
Işık dini silahsız bir dindir. Çaresizliğin getirdiği başkaldırılar dışında ışıkların silah kuşandığı pek görülmemiştir. Silahsız bir dinin başka bir dinin hakim olduğu topraklarda saklanmaktan başka çaresi yoktur. Işık inancı ne bir mezhep nede sentezdir. Işık inancı bütün inanışları etkilemiş, semavi dinlere başlangıç olmuş asıl kaynaktır. Bu inanış bir sevdadır, ancak hissedilir. Serçeşmedir. İnsanlığın taassup dönemlerinde açıkça ifade edilemeyecek kadar bilimsel yorumlara sahiptir, bir gerçeklere tapınma dinidir. Işıkların elindeki en önemli kaynak (tüm yazılı belgeleri yok edildiği ya da tahrif edildiği ya da başkaları tarafından yazıldığı için) sözlü gelenektir. Bu gelenek esas alınırsa ışık inancının insanlık tarihiyle yaşıt olduğu görülür. Şimdi bunu Işıkların dilinden dinleyelim. Aşık İsmail “Akan dört ırmağın gözün sorarsan-Serçeşmeden gelir suyun durusu” diyor. Yunus Emre “Dört kitabın manasın okudum hâsıl ettim-Işığa gelince gördüm bir uzun hece imiş”. “Oruç namaz gusülü hac hicaptır aşıklara-aşk ondan münehhez halis heves içinde-ey aşıklar ey aşıklar ışık mezhebi dindir bana” derken, Harabi “Harabi’ye ihsan olmuş Hüdadan, Okuyoruz işte kitabımız var” sözleriyle ışık dininin temel özelliklerini ve kadimliğini vurguluyor.
Aleviler, Luviler, MA Halkı
Işık inancını tanıtırken önce Alevi kelimesinden başlayalım. -i eki Türkçe’de aidiyet kazandırır. Tarih-tarihi, mimar-mimari gibi. Alevi kelimesi de alev den türemiştir. Alevi kelimesi aleve ait, ışığa ait, ışıktan gelen anlamındadır. Eğer Ali’yi seven anlamında bir kelime düşünülseydi Bu Alici ya da Alili olurdu. Selçuk-Selçuklu, Osman-Osmanlı, Atatürk-Atatürkçü gibi.
Bu sözcüğün kaynağı aslında Hititlere kadar uzanır. Bu halk Anadolu’ya geldiklerinde Luvi diye adlandırdıkları bir halkla tanıştı. Komşu bir ülke bu halkı adlandırdığında kelime “A-luvi” oluyordu. Sefa Taşkın Mysia ve Işık insanları adlı kitabında “M.Ö. den önce 2000 yıllarında Hititlerin bıraktığı yazılı ve resmi belgelerin bize tanıttığı Luviler adı verilen halkın, yalnız Anadolu’nun değil, insanlığın derin geçmişi ile ilgili önemli gizler taşıdığı günümüzde yeni yeni ayırt ediliyor” diyor. Yine Sefa Taşkın Afganistan’dan İspanya’ya Karadeniz’in kuzeyine kadar birçok yer, ırmak adının Luvice olduğunu söylüyor. Arkeolog Firuzan Kınal, Mersin, Hacılar, Alişar kazılarından yola çıkarak M.Ö. 6000 yıllarında ortaya çıkan bakır çağı kültürünü yaratanların Luviler olduğunu tespit ediyor. Bilge Umar kültür mirası en zengin halkın Luviler olduğunu söylüyor. Luviler Hint-Avrupa ailesinden bir dil konuşan en eski halktır diye de ekliyor. Albrect Götze Küçük Asya kitabında Luvilerin Anadolu kökenli bir ulus olduğunu, bunların Yunanistan’a ,Balkanlara Sicilya ve İtalya’ya yayıldığını söylüyor. Meyer Anadolu halkının (Luviler) Helenleşmeden önce var olduğunu söylüyor. H.Craig Melcherc sadece Luviler hakkında kitap yazmıştır. Birgit Brandeu, Hititler adlı kitabında Asyanın (Assuva) adının bile Luvice olduğunu , Alexandr-Paris gibi adların Luvice olduğunu, kültürel buluşların Luviler sayesinde Yunan’a, Roma’ya sonunda da batı kültürüne ulaştığını yazmıştır. Görüldüğü üzere Luvi halkının kadim bir Anadolu halkı olduğu yönünde görüş birliği vardır. Günümüzde de süren kazıların ışığında ne yazık ki henüz M.Ö 6000 lere uzanan bulgulara rastlanmaktadır. Her ne kadar Göbeklitepe deki kazılar Anadolu’nun 11 bin yıllık tarihini günışığına çıkarmaya başlasa da henüz tamamlanmadığından net konuşamıyoruz. Ama inanıyorum ki orası da bize Luvi halkı hakkında bilgi verecektir. Sonuç olarak; Tüm arkeoloğların fikir birliği ettiği bir Luvi kültüründen söz edilmekte ise de bulgular bu gün için yetersizdir. Bu halkla ilgili bilgiler yada devlet ismi henüz telaffuz edilememiştir. Ama koskoca bir luvi gerçeği de gün gibi ortada durmaktadır. İşte onun için söz arkeolojisi önem kazanmaktadır.
Şu anda Anadolu halklarının ana tanrıça tapınmaları bu bölgenin dini olarak gösterilmektedir. Bu tapınmada bile gizemli ışık inancını görebilmekteyiz. Binlerce yıl boyunca hemen hemen tüm devletleri etkileyen coğrafi bölgelere, şehirlere isim veren bu halk ile ilgili neredeyse tüm yazılı belge ve tarihi eserlerin yok edilmesi ilginçtir. Şimdi olduğu gibi ulaşılabilen tarihin sayfalarında da Luvi halkına derin bir tahammülsüzlük gösterildiği açıktır. Büyük keramik çömleklere konularak gömülmüş, çömleklerin hepsinin yönünün de doğuya baktığı mezarlıklar gibi nadir örnekler onlar hakkında ipuçlarına ulaşmamızı sağlıyor.
Luvi sözcüğü birçok dilde ışık ve ışık kaynağı sözcüklerinin kökünü oluşturur. Hititçede Lukka, Latincede Lux, İngilizcede Light, İtalyancada Lure, İspanyolcada Luz, Almancada licht gibi. Bu kelimenin anlamı ışık insanı demektir. Bu halk ise kendine MA halkı demektedir. Bu gün bile Erzincan ,Tunceli’de nerelisiniz diye yaşlılara sorduğunuzda Mameki’liyiz derler. Hangi dili konuşuyorsunuz derseniz, Zone Ma derler. Hangi millettensiniz diye sorsanız, millete Ma derler. Işıklar MA’nın oğullarıdır. Bu Ma yada Mu kelimesi özünde derin bir ezoterizm barındırır. Hem Sümerlerde, hem de batık kıta Mu ile ilgili konularda aynı kelime sık sık geçer. Ayrıca Amerika kıtası kadim halklarında da bu kelime ile sık sık karşılaşırız. Işık insanları bir millet değildir, öyle bir inançtır ki her ırktan insan bu dine girebilir. Yeter ki gereğini yerine getirebilsin. Yunus Emre bu durumu “Gayrıdır her bir milletten şu bizim milletimiz-hiçbir dinde bulunmaz din-ü diyanetimiz” diyerek anlatır.
Alevi kelimesinin Ali kaynaklı olmadığının bir diğer belgesi de 16.yyın son çeyreğine kadar Osmanlının Alevilere Işık Taifesi demesidir. Baki Özün Alevilikle ilgili Osmanlı Belgeleri kitabından örnekler verelim;“1558 Eskişehir Kadısına; Seyitgazi Işıklarının yola getirilmesine dair: …Seyitgazi ışıklarının bazılarının fesat ehli olup, böylelerini yakalayıp güvenilir adamlara teslim edip…”, “1558 Edirne Kadısına; bayramlarda Işık Taifesinin kos ve nakkaze çalarak şehirlerde gezmemelerine dair: aşure günlerinde Işık Taifesi dahi sancaklar kaldırıp davul ve nakkaze ve def ve dümbelek ile açıkça şehirde gezip Müslümanların hakimlerine bu tür şeriata aykırı hareketlerin yasaklanması…”, “1567 Ahyolu Kadısına; Ahyolundaki Işık Taifesini takip edilmesine dair: Işık Taifesi toplanıp Bahçeli adındaki başkanları Tur adlı ışık için (haşa) peygamberdir diye inandığından başka…ehl-i sünnet ve cemaatden ibadet üzre Müslümanlara boş yere aç gezersiniz ve başınızı yere korsunuz deyip Feranz kitaplarına saman ve kepekten ibarettir…”. “1576 Filibe Kadısına; Filibe’deki Hurufi mezhebinden olanların cezalandırılmalarına dair: Maad adlı köyden Mustafa Işık Huruf mezhebinden olup Müslümanlığı dinsizliğe sürüklemekten geri durmayıp…”. Görüldüğü üzere Osmanlı açıkça bu insanlara ışıklar diye hitap etmekte ve inançlarını beğenmemektedir. Çünkü onlar Müslüman değildir ve İslam’ın tanımladığı kabul gören dinlerden birine de mensup değildirler. İşin aslına bakarsanız Işıklar da İslam’ı beğenmemektedir.
Yine Peçevi Tarihinde de; (1528) Işık Taifesi için “Ehl-i İslamda Işık Taifesi mezmun (ayıp) bir taife olduğu gibi kafirlerden daha kötü bir taifedir.”. “Işık ve abdal diye anılan ne kadar imanı ve fiili bozuk kimseler var idiyse yanına toplanıp 20-30 bin kadar eşkıyadan oluşan bir çete meydana geldi” diyor. Bura da Kalenderi isyanı anlatılırken yine aynı tabir tekrarlanıyor. Ancak artık elimizde bir kaç yeni bilgi var. Birincisi Bektaşilere de ışık denmekte, ikincisi ışıklara başka bir isim de takılmakta. Abdal. Konumuzun dışında ama Osmanlı tarihi boyunca ışıklara başka isimler takılmaya devam ediliyor. Torlak, kızılbaş, Bedrettini, Melami, Hurufi gibi. Oysa bunlar sonradan çıkmış ezoterik temelli dini akımlardır. Kelimenin özü açıkça anlaşıldığı üzere ışık tır. Prof. Süleyman Uludağ Tasavvuf Terimleri Sözlüğünde; ”Osmanlılar zamanında bazen Bektaşilere, Alevilere, Hurufilere ve Rafizi eğilimli derviş zümrelerine Işık ve Işık Taifesi adı verilmiştir. Bunlar adına tesis edilecek vakıfların şer’an geçerli olamayacağı kaydedilmiş, fermanlarda bu zümreye dikkat çekilmiştir” diyor. Görüldüğü üzere burada da gerçek ters yüz ediliyor.
Tam aksine ışıklara Bektaşi vs. deniyor demeliyken, Prof. Uludağ her zamanki güdümlü tarihçilik davranışıyla gerçeğin tam tersini söylüyor.
Işıklar kelimesinden; önce Kızılbaş sonra Alevi ve Aşık kelimesine geçiş
Peki, ne oldu da birden ışık kelimesi kalktı da Alevi kelimesi geldi? 16.yy’da Osmanlı Safevi çatışmasında ışıkların Safevileri tuttuğu izlenimi yaratıldı. Oysa gerçekte Osmanlı ve Safevilerin propaganda savaşının mağduru olmuşlardı. İmam Cafer’e atfedilen sözde “buyruk” isimli kitap hem Osmanlılar hem de Safeviler tarafından kendileri açısından çarpıtılarak yazılmış ve bir taraftan sünni bir taraftan da şii propagandası yapılmıştır. Safevi Osmanlı sınırı Anadolu’yu neredeyse tam ortadan bölüyordu. Bu sınır bölgesi de ışıkların hala yoğun olarak bulunduğu bölgeydi. Ayrıca yüzyıllardır Anadolu halkının Safevi devleti sınırları içindeki Erdebil dergahı ile gönül bağı vardı. Bırakın Anadolu halkını Osmanlı Sultanları bile bu dergaha Çıralık denilen bağış yapıyorlardı. Sonuç olarak sınırları halk değil hakim güçler çiziyordu. Bu da birbirine çok yakın insanların irtibatını sanki casusluk hareketiymiş gibi gösteriyordu. Kaldı ki Tekeli isyanı Safevi sınırının tam zıttın da bir nokta da, Pisidia da başladı. Safeviler nasıl ve neden kendi sınırında değil de Antalya’nın doğusunda bir isyan başlatsın ki? Diyelim ki burada bir isyan başlattılar. Neden hiç desteklemesinler ki? Tam o dönemlerdeki Tekeli isyanı sırasında; savaşa ara verildiği bir dönemde, ışıkların yardım için Şah İsmail’e gönderdiği elçileri kazanda kaynatarak öldürmesine rağmen ışıklar Şah İsmail taraftarı sayıldılar (Hoca Sadettin=Tacü’t Tevarih).
Safevilerin kullandığı Kızılbaş ismi ışıklar içinde söylenmeye başlandı. Oysa o yüzyıl içinde çıkan çok sayıda isyan tamamen ekonomik ve sosyal nedenlerden kaynaklanıyor ve hiç birinde Şah İsmail desteği olmuyordu. Kaldı ki Şah İsmail’in kısa hükümdarlık süresi ( 1524 de öldü) dışında yüzyıllar boyunca Anadolu halkına kızılbaş ya da şah İsmail taraftarı demek güdümlü tarihçilikten başka türlü açıklanamaz.
Osmanlı kazanınca ülkesinde bir ışık sürek avı başlattı. İşte ışıklar bir kelime oyunuyla ve ses benzerliğiyle alevi kelimesinin ardına bu dönemde sığındılar. Aslında ilk önce kendilerine vurulan Kızılbaş damgasının aşağılayıcı kullanımıyla uğraştılar. Alevi kelimesi daha çok Cumhuriyet döneminde ön plana çıktı.
Arapçadaki aşk ışık âşık sözcükleri neredeyse aynı harflerle yazıldığından ışık kelimesini de âşık şekline çevirdiler. Bu durumu en güzel Gubari “aşıklarız, ışıklarız, el hâk gedalarız (doğrusu fakirleriz), Şeydalarız (delileriz), felekzedeler müptelalarız (feleğin zulmüne uğramış tutkunlarız)” diyerek anlatıyor. Yani ışıklar artık, aşık, Alevi ve yine de Kızılbaş olarak anılıyordu.
Horasan Pirleri, Hoy, Seyit
Işıklar, İslam’ın Anadolu da hakim olduğu dönemlerde Türklerin göç yollarından biri olan Horasan (güneşin doğduğu yer) kelimesini kullanarak kendilerine Horasan Pirleri dediler. Böylece Türk olduklarını ima ettiler. Bu isimden daha güzel kendilerini tanımlayan kelime olamazdı. Çünkü onlar ışığın oğullarıydı. Dünyanın en eski dinine sahiptiler. Onlar tüm dinlerin serçeşmesiydi. Göç eden kavimler adlarını göç ederken geçtikleri yerlerden değil, geldikleri yerlerden alırlar. Ancak Anadolu’da hangi ışık insanı pire yada aşığa baksak Horasan’dan geldiğini söyler. Bu da yetmez; Hoy isimli Azerbaycan bölgesindeki bir şehirden geldiklerini söylerler. Yani Anadolu’daki ışık insanlarının neredeyse tümü Horasandan, ayrıca Horasan da bulunmayan bugün İran’ın kuzeyinde bulunan Hoy şehrinden gelen Türklerdir. Oysa Horasan hiç bir milletin anavatanı değildir. Çoğu yeri de çölden oluşur.
Yine neredeyse tamamı; bir arap olan Muhammed’in soyundan gelen seyyidlerdir. Bu da yetmez hayatı boyunca Anadolu’ya uğramamış İmam Cafer’in soyundandırlar. Hatta ışıklar Anadolu’da kolonizasyon görevi yapan, İslam’ı yayan (her ne hikmetse buna rağmen Müslüman sayılmayan) dervişlerdir.
Yine Bizans döneminde kullandıkları Saint (aziz) kelimesinden yola çıkarak seyit kelimesini gündeme getirip kendilerini İslam’la bağdaştırdılar. Böylece sözde peygamber soylu insanların yönettiği bir İslami mezhep görünümüne büründüler. Bu durumun onları Osmanlı zulmünden kurtaracağını umdular. Ama olmadı . Bu kez de yönetici sınıfın zalim inancı olan Sünnilik yakalarına yapıştı. Görüldüğü üzere bu takiyyeler Hıristiyanlığın yaptığı zulmün tecrübesi ile Müslümanların da aynı zulmü yapmaması için tecrübe ile sabit uygulamalardı. Hayatta kalmak, yok edilmemek için uğraşıyorlardı.
Kimse Türklerin tarih boyunca İslam dahil hangi din için başka nerede kolonizasyon yaptığını merak etmedi. Kimse Türkler’in hakim din ne ise o dine girip uyum sağladığı gerçeğini aklına getirmedi. Oysa Türkler Asya ve Avrupa kıtasında ki bütün dinlere girmiş tek millettir. Dünyanın hiç bir yerinde, hiç bir dinin bayraktarlığını yapmadığını görmedi. Sanki Anadolu boşmuş gibi her ne hikmetse birden Türkleştiğini hiç düşünmeden kabul etti. Türklerin tarihi boyunca göç edip te başka nereyi Türkleştirdiğini merak etmedi. Tüm bilimsel çalışmalar da; Anadolu halkının gen haritası ile Orta Asya Türklerinin gen haritasının farklı olduğunu görmedi. Görüldüğü üzere gerçekte ışıklar sürekli karşılaştıkları katliamlardan korunmak için bu masum yalanı söylediler. Aynı şeyi Bizans döneminde de yapmışlardı. İlhan Erten (derleme), ”biz aşığız ne söylesek sözümüzde yalan olmaz-sır içinde sır saklarız kimseye ayan olmaz” diyerek bu durumu çok güzel tanımlıyor.
Işıklar binlerce yıldır Anadolu da yaşayan bu toprakların gerçek sahipleriydiler. Onlar ne Türk tü ne de Müslüman dı. Onlar ışığın kaynağı anlamında Tanrı kavramını Horasan kelimesiyle sır ettiler. Hoy kelimesi de gerçekte Hu kelimesinin yanlış çevirisinden başka bir şey değildi. Ayrıca Hoy kelimesi ezoterizim de Gürüh-u Naci (aydınlanmış, ermiş insanlar) anlamındaydı. Onlar millet tanımayan evrensel insanlardı. Öz be öz Anadolulu, hiç kimsenin soyundan gelmeyen, evrensel tekamülün yolcularıydı.
Işıklar ve İslam
En büyük problem Işıkların tarihini İslam coğrafyasında yaşanan talihsiz macera (Hz. Ali, Hz. Hüseyin, Kerbela) ile başlatmaktır ve 15.-16. yüzyıllarda kullanılmaya başlanan Kızılbaş, Alevi kelimeleri ile Işıkları Hz. Ali mezhepli bir İslami bakış açısı olarak kabul etmektir. Bir Müslüman olarak oruç tutan, namaz kılan, dini uğruna bir çok insan öldüren, hayatı boyunca semah yapmak bir yana semahın ne olduğunu bile bilmeyen, tek evlilik yapmayan, yaratan ve yaratılan ayırdını yapan, cennete ve cehenneme inanan, hiç dedelik yapmayan, musahipliğin ne olduğunu bilmeyen Hz. Ali’nin ışıkların önderi olması, isminin Tanrı’yı tasvir ederken kullanılması, Muhammed’in önüne geçmesi mümkün müdür? Görülüyor ki bu da ışıkların kendi inançlarını sır ederken kullandığı müslüman ögelerden biridir. İnsan da sembolleştirilmiş yaratıcı bu sefer de hakim inanç Müslümanlık olduğundan, kuvveti ve heybetinden esinlenilerek Ali adıyla anılmıştır. Ama bu Ali o Ali değildir. Bu Ali tanrının ta kendisidir. İrene Melikoff da bu durumu farkediyor ve Hacı Bektaş adlı kitabında Aleviliğin şiilikle ve sünnilikle ilgisi olmadığını, Aleviliğin Şiilikte eritilmek istendiğini, Aleviliğin İslam kökenli olmadığını, Aleviliğin üzerinden Ali ipoteğinin kaldırılması gerektiğini söylemiştir.
Işıkların kendini İslam’ın bir parçası gösterme gayretleri güvenlik sorunundan İslam’ın Işıkları kendine bağlama çabaları ise asimilasyon politikalarından kaynaklanır.
Işık dini ve İslam’ı karşılaştırırsak kavramların taban tabana zıt olduğunu görürüz. Işık dininde yaratan ve yaratılan yoktur. Yaratılmışların bütünü yaratanın kendisidir. Işık inancı yaratan ve yaratılan ikiliğini reddeder. En büyük en küçüktedir. İkilik küfürdür bize, bire inanırız derler. Ruh ışıktır ve ölümsüzdür. Yunus Emre den örnek verelim. “hem batınım hem zahirim-hem evvelim hem ahirim-hem ben oyum hem o benim-hem o kerimü han benim.” .“ ko ölmek endişesin-ışık ölmez bakidir-ölmek senin nen ola-çünkü canın ilahidir.” .
Şimdi oturup düşünelim Yunus’un bu sözleri sizce zerre kadar İslami inançla bağdaşıyor mu? Işık dininde cennet-cehennem yoktur. Devriye vardır. İnsan ölünce çeşitli biçimlerde tekrar hayata gelir gider. Bu İnsan-i Kamil olana kadar sürer. Sonra insan ana kaynağa döner. Işıklarda yaratılış güneş ışığının yeryüzüne ulaşması ile başlar. İnsan, Kırklar Meclisinde alınan kararla kırklardan birinin özünü seçilmiş varlığa (güruh-u naci) katmasıyla yaratılmıştır. Şimdi yine soruyorum, böyle bir inanç İslam da var mı?
İslam Şii inancına göre Hz. Hüseyin 3. İmamdır. Kerbela da onun da şehit edildiği acı olayın anısına 12 imam orucu tutulur. Şimdi düşünelim. Neden onun ölümünden sonra, 9 imamın yası, daha onlar doğmadan tutulmaya başlansın? Daha doğmamış kişilerin imam olacakları 200 yıl önceden nasıl biliniyordu? Bu imamların hepsi de katledilmediğine göre bu 12 imam yas orucu neyin nesidir?
Bu olayların olduğu zamanlarda Anadolu ışıkları Bizans zulmü altında yaşam savaşı veriyordu. Devlet dini hıristiyanlık onları inim inim inletiyordu. Bu konuyu duysalar bile üzülecek yada ilgilenecek halleri yoktu. Zaten Müslüman da değillerdi. İçinde kendine özgü sırlar taşıyan 12 sayısını yaşatabilmek için, müslümanlar için önemli bu konuyu kullandılar. Böylece kendi inanç ritüeline uygun bir mazlum Müslüman önderi seçmiş görünerek kendilerini güvence altına aldıklarını düşündüler. Elbette Kerbela olayı dahil Arap coğrafyasında yaşanan olaylar onların kendi aralarında yaşadığı güç savaşından başka bir şey değildi. Sonunda kazanan Emevi ailesi olmuş ve yönetim onların eline geçmiştir.
Alevilerin Musa-i Kazım (745-799) inancının bir kolu olduğu konusuna gelince; ilk soru neden Musa-i Kazım’ın Arap torunları Anadolu’da bu kadar akrabalarının olduğunu bilmiyorlar? Musa-i Kazım 54 yıl yaşadı. Anadolu’ya hiç uğramadı. Musa-i Kazım’ın çocukları Anadolu’ya göç edip kendi dilleri Arapçayı bırakıp Türkçe nefesler söyleyip, bağlama çalıp, Kürtçe sohbet mi ettiler? Ya da Anadolu’ya göç eden Türk kadınlar Musa-i Kazım’ın akrabaları ile kısa süreli evlilikler mi yaptılar? Bu çocuklarla Anadolu’ya geldiler de Aleviliğin temelini bu çocuklar mı attılar? Neresinden baksanız bu düşüncenin akla yakın bir yanı yoktur. Ne yazık ki günümüzde bu görüşten yola çıkılarak, bir yandan devlet politikası ile sünnileştirilen Işık halkı, diğer yandan da İran’ın desteği ile Şiileştirilmeye çalışılmaktadır. Ama kimse kıral çıplak dememektedir. Görüldüğü gibi bu da ışıkların Müslümanmış gibi görünerek kendini güvenceye alma yöntemlerinden biridir.
Işıklar ve Ali Kavramına Bakış
Işıklara göre, Şeriat kapısından sonra, Ali 7. yy’da yaşamış kişi değil, Yaradan’ın görünen ışığıdır. Ali yaratandır, yaratılandır. Rahmandır, rahimdir. Her yerde var olan o güzelin en üst düzeyde tecellisi insandır. Ali Tanrının insandaki görüntüsünün ismidir. Hz. Ali’ye yüklenen yaratıcı kavramı bir varolma savaşındandır, zorunluluktandır. Işık nefeslerine 16. yy’da girmiş, Ali ve Ehl-i Beyt sevgisi gerçekte ışık sevgisidir.
Işık terminolojisinde Tevella sırrı diye bir deyim vardır. Tevella Arapçada görünürde dost saymak, yakın saymak demektir. Bu sır Ali ve Ehl-i Beyti görünürde dost saymak demektir. Ali Murtaza Topal Dede “Hakikat cemine vasıl olanlar-Tevella sırrına beli dediler-Hakkı eynel yakın bunda görenler-Ehl-i beyt-e nuru celi (parlak) dediler-İkrar verdim ilme dönmem ebedi-Kalbimde uyandı nur-u Ahmedi-Öz canımda buldun ay’ı semayı-Gördüğüm didara (yüz) Ali dediler” diyerek Tevella sırrına ne güzel örnek veriyor.
Şimdi Ali ile ilgili ozanların sözlerine kulak verelim. Genç Abdal “Yoğ iken yerle gökler ezelden-Kudret kandilinde pünhan Alidir-Kun deyince bezm-i elestten evvel-Alemi var eden sultan Alidir”. “Müminler sırrını ilden sakınır-Kendin bilmezlere sözün dokunur-Genci Abdal dört kitapta okunur-Evveli ahiri destan Alidir”. Devrani “Hakkın kandilinde gizli nihanda (görünmeyen)-La mekan elinde sır idi Ali-Künt-ü kenzin (varoluşun saklı hazinesi) esrarı (sırrı) ondadır-dünya kurulmadan var idi Ali-Feriştahlar (melekler) kendi nurundan oldu-Sen kimsin diye Cibril’e sordu- Cibril bilemedi kanadı yandı-Ol zaman kandilde nur idi Ali”. Sefil Ali “Şah-ı merdan cuşa geldi sırrı aşikâr eyledi-Yağmuru yağdıran benim diye Ömer’e söyledi-Ol dem şimşek yalabıdı yedi sema gürledi-Hem sakidir hem bakidir nur-u rahmanım Ali”.
Abdal Musa “Ali oldum adım bahane-Güvercin donunda geldim bu hane-Abdal Musa oldum geldim cihane-Arif anlar biz nice sırdanız” derken Ali adının anlamını ne güzel vurguluyor. Mehmet Ali Hilmi Dede “Tuttum aynayı yüzüme-Ali göründü gözüme-Nazar eyledim özüme-Ali göründü gözüme-Ali candır Ali canan-Ali dindir Ali iman-Ali rahim Ali rahman-Ali göründü gözüme” diyerek belki de Ali kelimesinin anlamını en güzel o ifade ediyor.
Aleviler Aliye Allah diyor diyerek, bunu küfür ve dinden çıkma sayarak, sırf bu nedenle Hacı Bektaş’a da soğuk bakan, sünni inanca mensup çoğunluğa ve üst düzey yöneticilere de kendilerinden saydıkları Mevlana’dan bir göndermede bulunalım. Mevlana (Divan-ı Kebirden seçme şiirler156-157) “Cihanın temeli suret buluncaya kadar var olan Ali idi. Yer resmedilinceye zaman husule gelinceye kadar var olan Ali idi. Veli, vasi olan şah Ali cömertliğin, keremin, bağışın sultanın Ali idi… afaka her bakışımda gördümki yakin yüzünden her varlıkta var olan Ali idi. Bu küfür olmaz. Küfür olan söz bu değildir. Cihan var oldukça Ali var olur. Cihan var olurken de Ali vardı.”. Sünniliğin en temel sorunu derin cahiliyet ve devamında ruhban sınıfına tam teslimiyet olduğundan elbette Mevlana’nın bu sözleri es geçilecektir. Ayrıca Mevlana detaylı incelense onları şaşırtacak daha nelerle karşılaşacaklar. Ama konumuz bu olmadığından burada sözümüze ara veriyoruz.
Işık İnanışı ve Kavramları
Ayin-i Cem= Işık inanışının temel taşı, Ayin-i Cemdir. Burada Büyük Patlamadan sonra evrenin ve yaratılışın bütün evreleri söz, müzik, dans ve ritüellerle anlatılır. Cem yanmakta olan bir ocaktan alınan ateşle yakılan ışıkla başlar. Bu ışığa çerağ denir (çerağ: uyarmak). Bu yaratılışın, ışığın (güneşin) ortaya çıkışının sembolik anlatımıdır. Konumuzun dışında olduğu için bu konuyu burada bırakıyoruz.
Ocak= Işık örgütlenmesi ocak iledir. Ocak ile alev arasındaki anlam akrabalığı önemlidir. Ocaktan (ışıktan, alevden) insanlar tanımlanır. Ocağı yöneten dedelere ocakzade (ışıktan doğan) denir. Ocak sisteminde mürşit-pir-rehber sistemi vardır. Ocaklar birbirinden üstün tutulmaz. Pir tarafından sır yeni kuşaklara gizlilik içinde, gönül kırma pahasına aktarılır.“eri erden seçen kördür”. “yol cümleden uludur”, ”gönül kalsın yol kalmasın” gibi sözler bu durumu anlatır.
Güruh-u Naci= seçilmiş topluluk demektir. Işık inancında yola girmek, ikrar vermek, musahip edinmek gerekir. Yola girene Talip denir. Yola ters davranana Düşkün denir.
4 kapı 40 makam= Şeriat kapısı, Tarikat kapısı, Mağfiret kapısı, Hakikat kapısı diye dört kapı vardır. Her kapının 10 makamı vardır. Hakikat kapısının 10. makamında kişi hakikate eriştirilir. Şeriat kapısının müritlerine Beloğlu denir (semavi din kurallarına uyma zorunluluğu vardır). Tarikat kapısı müritlerine Yoloğlu denir (ya da muhip: seven dost). Mağfiret kapısı müritlerine derviş denir. Hakikat kapısı müritlerine Baba denir.
Sır grupları= Işık inanışında 3 tür sır grubu vardır. İlm-el yakin: ilim ve akıl yoluyla elde edilen küçük sırlar. Ayn-el yakin: gerçeğin tam olarak hissedilemeyeceği büyük sırlar. Hakk-el yakin: inanışın gerçek anlamını barındıran ilahi sırlar. Ayn-el yakin seviyesine ulaşanlara yukarıda bahsettiğimiz Tevella sırrı öğretilir. Bu safhada Teberra (Ali ve Ehl-i Beyt-i sevmeyenden uzak durma) sırrı da öğretilir. Asıl anlamı ışık ehli olmayandan uzak durmadır. 40. makamda Sekahüm sırrı öğretilir. Bu sırra göre, insan, evrimleşmesini bir başka gezegende tamamladıktan sonra kendini öz ve suret olarak yeryüzündeki insansı varlığa genetik yolla transfer etmiştir.
Devriye= “İnsan önce nurdan, sonra 4 kuvvet içinden, sonra hareketsizler, sonra bitkiler, hayvanlar âleminden geçer, sonra babanın beline ananın rahmine gelir.” (Jaques Girardon, yerkürenin en güzel tarihi). Fiziki dünyayı yöneten dört temel kuvvet vardır”.(Astrofizikçi Prof. Andre Brahiç). “…bir galaksinin doğumundan bir bebeğin doğumuna kadar bilinen tüm olaylardan dört temel kuvvet sorumludur” .Joseph Silk (evrenin kısa tarihi).
Bu gün bilim adamları evrende ve dünyada ki 4 kuvveti keşfetmenin ötesinde, kuramlarını ona göre şekillendiriyorlar. Oysa ışıklar 4 kuvvet, evrenin varoluşu ile ilgili bizim ancak yavaş yavaş öğrendiğimiz sırları biliyorlardı. İşte 4 kuvvetin eşliğinde Devriye de bu bilinen gerçeklerdendir. Devriye iki yaydan oluşan bir dairedir. İnen yay (kavs-ı nuzul) gerçek varlıktan yeryüzüne gelinceye kadarki evreleri, çıkan yay (kavs-ı uruç) cansız nesneden Yaradan’a dönüşene kadarki evreleri içerir. Işık inancında ruh ölmez. Gufrani “Katre idim ummanlara karıştım-Kaç bulandım kaç duruldum kim bilir-Devre edip alemleri dolaştım-Bir sanata kaç sarıldım kim bilir-Bulut olup ağdığımı bilirim-Boran ile yağdığımı bilirim-Altı anadan doğduğumu bilirim-Kaç ebeden kaç soruldum kim bilir” derken devriyeyi ne güzel anlatıyor. Kısacası Işıklara göre gök ata oldu yer ve dört kuvvet ana oldu.
Işık İnanışında Evrenin ve Dünyanın Yaratılışı
Einstein, Alexandr Freidman, Georges Lemaiter, George Garnow, serisiyle ortaya atılan büyük patlama kuramına göre evren 12 milyar yıl önce ışıltılı yoğun bir yapının patlaması ile oluşmuştur. Bu yapı maddeyi anında yok eden ışıktı. Güneş sistemimiz, yaklaşık 4,6 milyar yıl önce büyük bir yıldızın dağılması ile oluşmuş bulutsu bir enkazdan oluşmuştur. Yeryüzündeki yaşamın temeli olan enerji güneşin iç bölümündeki nükleer füzyon tepkimelerinde hidrojenin helyuma dönüşmesi ile ortaya çıkar. Bu enerji, görünür ışık olarak uzaya yayılır.
Şimdi; evrenin ortaya çıkışını ışıkların nefeslerinde gözlemleyelim. Kul Himmet “124 bin peygamber evveli-kurulmadan şu dünyanın temeli-ay gün yayılmazdan evveli-mağripten maşrıka doğan nur nedir.” Big Bang bundan güzel nasıl anlatılır? Yine büyük patlamadan sonra kendinden başka her şeyi yutan ışığı tanımlayan Balım Sultan “o nesne ne idi cihanı yuttu-cihanı yutandan haber ver şimdi” diyor. Yine Yunus Emre büyük patlamayı “Hak bir cevher yarattı kendinin kudretinden-nazar kıldı gevhere eridi heybetinden-gevherden buğu çıkardı, buğudan gök yarattı-gökyüzünden ziyneti çok yıldızlar eyledi-göğe haydi dön dedi- Ay gün yürüsün dedi-suyu havada kodu üstünde yer eyledi.” “Yedi gök yaratıldı ışık ile bünyad (yapıldı) oldu-Toprağa nazar kıldı aksırıp (fışkırıp) duru geldim.” diyerek anlatıyor. Big Bang ve sonrasında bu gün yeni yeni keşfedebildiğimiz yaratılış aşamaları, gök cisimlerinin dönüyor oluşu, suyun buharlaşıp atmosferi oluşturmaya katkısı vb gibi detaylar bir beyitte daha nasıl anlatılabilir ki?
Patlamadan sonra büyük enerji bir yıldız da toplandı, bu yıldızın dağılması ile güneşe geldi. Yanarak ışığa dönüştü, yeryüzüne ulaşarak yaşamı başlattı. Başlangıçta, dünyada yaşamın oluşması için uygun ortam olmadığını, yüzbinlerce yıl geçmesi gerektiğini Kul Himmet “nice yüz bin yıllar kandilde durdum-atanın belinden anadan geldim” diye anlatıyor. Işık inanışında insanın başlangıcı güneşte enerji (kandilde nur) olduğu dönemden başlar. Pervane “kudret kandilinde bir ışık iken-ta ol zaman aşık oldum o nura ben”. “çatılmadan yerin göğün binası-muallakta iki nura düş oldum. “ziyasından halk eyledi toprağı-vücut buldu bu eşyanın menbaı”. “nice yüz bin defa keramet buldum-kandilin içinde durduğum zaman”. Genç Abdal “kandilde nur iken sevmişim seni-güzel pirim, sultan pirim, şah pirim”. Nesimi “eğer sual eder isen sırrımdan-cümlemizi var eyledi varından-hak yarattı Muhammedi nurundan-kandilde balkıyan nurdan gelirim.”. Dermani “ta ezelden kandildeki nurdayım-binde bir can eremedi bu sırra.” . Seyit Feyzullah “kandilde balkıyan dostun nurudur-akıl ermez ona dostun sırrıdır.”. Pir Sultan Abdal “hak bizi yoktan var etti-şükür yoktan vara geldim-yedi kat arşta asılı-kandildeki nura geldim.” . Devrani “kandilin içinde nur olan biziz-la mekan elinde sır olan biziz”. Harabi “kafunun hitabı izhar olmadan (bu evrenin ol buyruğu verilmeden)-biz bu kâinatın iptidasıyız (önceki başlangıcıyız).” “bu ana değin ta kavlu beladan-haberimiz vardır her maceradan.” Görüldüğü üzere aşıklar ışık olarak geçirdikleri evreleri nasılda güzel anlatıyorlar. Yunus Emre, Şah Hatayi bunu, ”bir kandilden bir kandile atıldım-turap olup yeryüzüne saçıldım-bir zaman hak idim hak ile kaldım-gönlüme od düştü yandım da geldim” diye belirtiyor. Yanmanın güneşin iç bölümlerinde olduğu da(gönlüme od düştü yandım da geldim) şaşırtıcı biçimde anlatılıyor. Burada, dünyanın soğuyan bir parçanın güneşten kopmasından değil, bulutsu bir yapıda mikrondan küçük tozların bir araya gelmesi ile olduğunun (turap oldum yeryüzüne saçıldım)vurgulanması son derece önemlidir. Bu bilgi, bilim adamlarının yeni ulaştığı bir bilgidir.
Işık inanışında insan varlığının 2 evresi vardır.1. evrede insan bedenleşmemiş bir enerjidir, ışıktır (nur-u kadim). 2. evrede insan devriye yoluyla evrimleşerek vücut bulmuş ve cisim olarak ortaya çıkmıştır.
Işık sırları bakar kör olanlar için değildir. Ahmet Edip Harabi “kandil geceleri kandil oluruz-kandilin içinde fitil oluruz-hakkı göstermeye delil oluruz-bakar kör olanlar görmez bu hali.” . Aşık Senem “aranmayan hak bulunmaz-bakmaynan göze görünmez-çıkıp meydanda salınmaz-aslın nurdadır sevdiğim.” Kul Himmet “hakkın gevherinden arşın nurundan-ondan hâsıl oldu güruh-u naci.” diyerek bu durumu vurguluyor.
Işıklar binlerce yıldır bu bilimsel gerçeği bildiklerinden gerçeğin demine hü derler. Hatayi “hü diyelim gerçeklerin demine-gerçeklerin demi nurdan sayılır” diyor. Yuhanna İncili adeta ışık insanlarının inanışlarını anlatmak istercesine “Başlangıçta söz vardı. Söz tanrıyla birlikteydi ve söz tanrıydı. Başlangıçta o tanrıyla birlikteydi. Her şey onun aracılığı ile var oldu. Var olan hiçbir şey onsuz var olmadı. Yaşam ondaydı ve yaşam insanların ışığıydı. Işık karanlıkta parlar, karanlık onu alt edemedi.” der. İsterseniz birde söz kelimesinin yerine ışık kelimesini koyarak tekrar okuyun. O zaman sanırım çok şaşıracaksınız.
İnsanın Yaratılış Tarihçesi
İnsansı ilk varlık Australopithecus (450 cc beyin), Homohabilis (600-800 cc beyin): (2 milyon-1.7 milyon yıl önce). Homo erektus (850-1100 cc beyin): (1.7milyon-250 binyılönce). Neandertal (1500 cc beyin): 135 bin yıl önce. Bugünkü insan (1350 cc beyin): 100 bin yıl önce. Neandertallerle bu günkü insanın 60 bin yıl birlikte yaşadığı ortaya çıkınca insan Neandertallerden gelir kuramı yıkıldı.
Charles Darwin’in; teorisinin tüm soruları cevaplayamadığını “türlerin kökeni” isimli kitabında “eğer türler yavaş yavaş belli belirsiz gelişmelerle türemişse peki o zaman neden etrafta sayısız geçiş formları görmüyoruz? Neden doğanın bütünü karışıklık içinde değil de bütün türler gördüğümüz gibi kusursuz? Buna tatmin edici bir cevap veremiyorum.” sözlerinden anlıyoruz.
Işık inancına göre insansı varlıktan insana geçişte evrim sürecine dünya dışı varlıklar tarafından genetik müdahalede bulunulmuştur. Kaliforniya üniversitesi biyokimyacıları, maymundan insana geçişin evrim yoluyla değil, DNA’nın kimyasal yapısında değişme yoluyla olduğunu laboratuvar ortamında kanıtladılar. Işık inanışına göre ilk insan bir başka âlemde evrim yolu ile ortaya çıkmıştır. Evrimleşmiş insan yeşil bir gezegende yada yıldız sisteminde oluşmuştur. Haydi bunu da aşıkların dilinden dinleyelim. Âşık Devrani “sorma ne hacet bizleri sofu-ta ezel künyede ismimiz vardır-dünya kurulmadan yüzbin yıl evveli-ol yeşil kandilde cismimiz vardır.” Pervane “halk etmeden arşı kurşi alemi-şol yeşil kandilde verdik selamı.” Seyyid Feyzullah “yer yok iken, gök yok iken dolaştım-muallakta beyaz kufara düştüm-kırkların ceminde engürü içtim-ol yeşil kubbeye konduğum zaman.” diyerek bahsi geçen yeşil gezegeni tanımlıyor. Dünyada insan oluşumu ise; dünya dışı insanların evrimleşme sürecine genetik müdahalesi ile oluşmuştur. Yeryüzündeki insansı varlığa kendini transfer eden dünya dışı varlık bu genetik transfer ile yeryüzündeki insansı varlığın içinde kendine yer bulmuştur.
Kırklar Meclisi ,Cebrail, Musahiplik
Işık inancına göre arşta kurulmuş kırklar meclisinde kırklardan birinin özünün yeryüzünden seçilerek arşa yükseltilmiş varlığa katılmış olmasıyla insan yaratılmıştır. Pir Sultan Abdal “La mekan elinden misafir geldim-bu fani mülküne bastım kademi-nerenin selamın getirdin dersen-elest-i bezminden (kırklar toplantısı) indik bu deme”. Sıdkı Baba “14 bin yıl gezdim pervanelikte-Sıdkı ismin buldum divanelikte-içtim şarabını mestanelikte-kırkların ceminde dara düş oldum-Güruh-u Naciye özümü kattım-insan sıfatında çok geldim gittim-bülbül oldum Firdevs bağında öttüm-bir zaman gül için zare düş oldum.” Kul Himmet “kırklardan birine neşter vuruldu-aktı kan varlığı ispat olundu-o anda hak mevcutta mevcut göründü-hu vallah çağırdı irfan hu deyi.” Fakir Edna “koca leşker sen kırkların birisin-kırkların birine neşter vurursun.” Yunus Emre “ol kırkından birine çaldım idi neşteri-kırkından kan akıtıp ibret gösteren benim.” diyerek kırklar meclisine göndermede bulunurlar.
Asi olup sonradan boyun eğmiş varlık, İslami baskılardan dolayı Cibril olarak adlandırılmış ama özde kırklardan biri olarak kalmıştır. Cebrail ilk insana özünü katar. Adem de saklanır. Böylece insandaki can iki olur. Canan can içindedir artık. Bu olayı nefeslerden dinleyelim. Âşık Veli “Âdeme saklandı cenabı bari.” Genç Abdal “Genç abdalım sakla sen seni sende-hak seni saklasın can ile tende-hak buyurdu ben sendeyim sen bende-sakla kulum beni saklayım seni.” Hacı Bektaş (Makalat) “Hem can var hem canın canı var. İmdi azizmen can ikidir. Biri candır biri can-ı candır.” Mazhari “hakikat bağının gonca gülünü-deren bilir dermeyenler ne bilir-canın kurban edip canan yoluna-veren bilir vermeyenler ne bilir.” Âşık Veli “yerin göğün binasını kurunca-iptida hidayet arife indi-sen kimsin ben kimim diye sorunca-sorduğu ol demde kana boyandı-sen sensin ben benim dedi Cebrail-olmadı mürşitin emrine kail-havada dolandı tam 14 bin yıl-tevekkel babına vardı dayandı-hitaptan bir nida geldi ol zaman-dedi ya Cebrail sözlerime kan-sen haliksin ben mahlûkum di heman-kara rengi ala renge boyandı-mürşitler aradı yedi kat yeri-ne dağ koydu ne taş koydu mermeri-âdeme gizlendi cenab-i bari.” Anonim bir nefeste “Cebrail havada nice bin yıl döndü-çok vakit Allahı gaipten bildi-görünce bir kubbe üstüne kondu-sen sensin ben benim dese ne fayda.” Davut Sulari “Cebrail Adem’e şahit olmadan-kubbeyi rahmanda tektik erenler” diyor.
Bu olay Musahiplik i başlatır. İrene Melikoff Hacı Bektaş adlı kitabında “musahiplik zaman ve mekân dışında olmuş ve bedenleşmenin devrine göre olagelmekte bulunan bir törenin yeryüzündeki izdüşümüdür” diyor. Musahipliğin ışık inancı dışında hiçbir din yada mezhepte olmaması ilginçtir. Kurban edilen varlık; ölmemiş, bir başka varlıkta ,onun kanında yaşamaya devam etmiştir. Işıklar bu duruma ölmeden ölmek diyorlar. Hatayi “ölmeden ölmüşüz-vasılı can alan can olur.” . “kırkların kalbi durudur-gelenin kalbin arıdır-gelişin kandan beridir-söyle sen kimsin dediler”. “naci derler bir güruha uğradım-her biri birinin almış elini-mekânımız kanda dedim söyledim-mekân tutmuş hakikatın ilimi”. Virani “Âdem olup insan içine geldim-hak nasip eylerse kandan içeri-behlül gibi kandan kana gezerken-bir kana uğradım kandan içeri-hak lokması yemiş bende kanmışım-serim başım pir yoluna koymuşum-bu canı vermişim bir can almışım-bu canı saklarım candan içeri”. Yukarıda ki nefeslerin “kanda yaşayan varlık” vurgulaması bence ışık inancının en büyük sırlarından biridir.
Sümer yaratılış miti de ışıklarınki gibidir. Zecheria Sitckhin den bir alıntı ”büyük tanrıların gönderdiği bilgeliğin efendisi tanrı Enki büyük tanrılara şu bilgiyi verdi. Adını söylediğimiz yaratık mevcuttur. Ve ekledi, zaten mevcut olan yaratığın üstüne tanrıların suretini tutturun.”. “Bir tanrı kurban edilsin-böylece tanrılar onda yıkanıp arınacak-onun eti ve onun kanıyla-Nintu kili karışacak-böylece tanrı ve insan karışacak-o tanrının etinde bir ruh vardır-onun işaretleri yaşayanlarda açığa çıkacak-böylece bu ruhun var olduğu unutulmayacak.”. “Bu kişi yalnız ölsün, böylece insanlar biçimlenebilir, büyük tanrılar muhakkak burada toplansınlar, suçlu teslim edilsin ki böylece hüküm verebilsinler.” “İnsanoğlunun ilk yaratıldığı zaman gibi, onlar ekmek yemeyi bilmiyorlardı, giysi giymeyi bilmiyorlardı, koyunlar gibi ağızlarıyla ot yiyorlar, arklardan su içiyorlardı. O günlerde tanrıların yaratma odasında Duku evlerinde Lahar ve Aşnan biçimlendi. Has ağıllardaki iyi şeylerin hatırına insana soluk verildi.”
Bu Sümer tabletinin devamında Lahar ve Aşnan yeryüzüne indirilir. Aynen Tevrat’ta geçen Habil ve Kayin gibi Lahar çoban Aşnan çiftçi olur. Aynen Habil ve Kayin gibi kavga ederler. Tevrat’la tek fark bu çocukların havadan değil yaratma odalarından çıkmalarıdır.
Mu Dini, Hacı Bektaş Veli Dergahı ve Işık İnsanları
Mu inanışını ortaya atan James Churchward dır. Bu İngiliz subayı Hindistan da görevi sırasında Naakal rahipleri ile tanışır. Bize hiç bir delil sunmamasına rağmen iddiası çok ilgi çeker. Atatürk bile onun kitaplarını tercüme ettirerek okur. Yaşamın, şu anda büyük okyanusa denk gelen bölgede, 3 adadan oluşan Mu ülkesinde başladığını iddia eder. Arkeolojik eserleri de bu Mu inanışına göre yorumlar. Ancak Sümer tabletleri Churchward’ın söylemleriyle çelişir. Peki nedir bu Mu inancı?
1-Tanrı tektir. 2-Beden ölür, ruh ölmez. 3-Ruh mükemmelliğe ulaşmak için değişik bedenlerle yeniden doğar. 4-Mükemmelliğe erişen ruh tanrıya geri döner 5- Tanrıya ibadet semboller ve ritüellerle yapılır. 6- İnsanoğlu evrim sonucu değil, bilgiyle donanmış halde yeryüzüne indirilmiştir. Kabaca tarif ettiğimiz Mu inancının, ışık inancının temel ögeleriyle aynı olduğunu görüyoruz. Sadece buraya kadar değil Churchward’ın tarif ettiği Mu simgelerinin Anadolu ışıkları tarafından da kullanıldığını görüyoruz. Şimdi bunu Hacı Bektaş Dergahı örneğiyle belgeleyelim.
Hacı Bektaş dergâhında bulunan kırklar meydanında cam bir dolap içinde sekiz köşeli ortasında güneşi simgeleyen daire formu olan obje durur. Bu Mu kraliyet arması ve dergâh mührüdür. Kimi mezar taşlarında da aynı arma görülür. Hacı Bektaş dergâhı ulularından Güvenç Abdalın sandukasının üzerinde sarkıtılmış güneş imparatorluğu arması vardır. Dergâhın üçler çeşmesi bölümünde altı köşeli yıldız, bunu çevreleyen çember, dairenin ortasında lotus resmi vardır. Bektaşi dervişleri güneşin sembolü daire ve onu çevreleyen on iki güneş ışığı içeren teslim taşı denen kolye taşırlar. Dergâhın her yerinde lotus (nilüfer) motifleri vardır. Görüldüğü gibi dergah bütün yıkımlara, tarihi belgelerin yok edilmesine rağmen, hala Mu dininde iddia edilen sembollere sahiptir. Şüphesiz dergâhta izler daha fazla idi. Ancak 2. Mahmud, Bektaşi tekkelerini kapatıp 1834 yılında Hacı Bektaşi Veli dergâhına Nakşibendi bir şeyh atadı. Bu şeyh ilk olarak dergâhın içine cami yaptı. Sonra dergâhın geçmiş izlerini yok etti. Örneğin ; Pir evi kitabesi bu dönemde yok edildi.
Görüldüğü gibi ışık insanları dünyanın her yerinde izlerini görebileceğimiz kadim inancı temsil etmektedir. Geçmişle ilgili hangi kavmi yada inancı incelerseniz inceleyin Anadolu ışık inancı ile paralelliğini göreceksiniz.
Kutsal Kitaplarda Işık İnsanları
Tekvin 6. Babda “İlahi varlıklar ( Tanrı oğulları) insan kızlarının güzel olduklarını gördüler ve bütün seçtiklerinden kendilerine karılar aldılar. İlahi varlıklar ( Tanrı oğulları) , insan kızlarına vardıkları ve bu kızlar onlara çocuk doğurdukları zaman o günlerde hem de ondan sonra yeryüzünde Nefiller ( gökten yere inenler) vardı. Bunlar ebediyetin kudretli olanlarıydı (bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi), Şem ( ışık, güneş ) halkıydı” yazıyor. Bu sözler bir tek Tanrılı din kitabının kendi söylemiyle çelişmesi demektir. Açıkça gökten inen Tanrı oğulları insan kızlarıyla evlendiler diyor. Nasıl Tanrı’nın oğlu olabilir? Bunlar nasıl tıpkı bir insan gibi evlenebilir, cinsel ilişkiye girebilir ve çocukları olabilir? Hani Tanrı tek, doğurmayan ve doğurtmayandı? Hani bir şeyin olması için onun istemesi yeterdi?
Son Tevrat çevirilerinde ilahi varlıklar kelimesi dipnotunda; İbranice Tanrı oğulları, bunların melek ya da Şit soyundan gelen insanlar olduğu sanılıyor diyor. Yani Yahudi ruhbanları da gerçeğin farkında. Gerçeği ancak bu kadar saklayabiliyorlar. Yoksa, İbranice Tanrı oğulları anlamına gelen kelimeyi niye İlahi varlıklar diye yazsınlar ki? Hele hele Tanrı oğullarının melek soyundan gelmesi söylemi ayrı bir komedidir. Yani melekler evlenmekte ve çocuk yapmakta mıdır? Yani melekler Tanrının oğlu mudur? Yada Tanrının eşimidir? Bu trajikomik çamurda çırpınma gösterisi bu kadarla da kalmıyor. Bunların Şit soyundan gelme olasılığı var deniyor. Bu durum da Şit Tanrı mıdır? Hani Şit Adem’in oğullarındandı? Yani Adem’in oğlu Şit aynı zamanda Tanrı olup, çocuklarına insan kızlarıyla evlenmeyi mi tavsiye etti? Neresinden baksanız tam bir tükenişi gördüğümüz bu tanımlamalar, Tevrat’ın gerçekte Sümer tabletlerinde okuduğumuz olayları, yaratılış hikayelerini, kötü bir taklitle anlattığını ve bu anlatımla kendini komik duruma düşürerek Tek Tanrılı din iddiasında bulunduğunu görüyoruz.
Yukarıda anlattığımız çoğulluk konusuna bir örnekte Tevrat ta . 1. Bab 26. Bölümdeki “ve Elohim dedi, suretimizde benzeyişimizde insan yapalım” cümlesidir. Elohim kelimesini burada Tanrı olarak çevirirlerken, diğer bazı bablarda, örneğin 6.babda da Tanrı oğulları diye çevirdiler. Oysa Elohim çoğulu ifade eder. Tekil hali Elohadır. Ancak yeni çevirilerde yine aynı telaşla ilahi varlıklar diye çevrildiler. Çünkü tek tanrılı dinde bunu açıklamak imkânsızdı.
Bu duruma bir diğer örnek te Musa’nın Yaradan’a verdiği isim YHVH dir. Teologlara göre bu Yaradan’ın verdiği ben, ben olanım karşılığının İbranicedeki baş harfleridir. İbranice de sesli harf yoktur. Bu kelime Yahova olarak telaffuz edilmektedir ve kelimenin İbranice bir anlamı yoktur. Bu kelimenin Mısır dilindeki anlamı Işığın Tanrısıdır. (Sir Wallis Budge -Burak Eldem 2012 Marduk’la randevu) “Yahu eski Mısır dilinde Işığın tanrısına verilen ad, Va ise bir ve tek anlamındadır “
Sonuç olarak; bence Nefilimler, Işıkların dışarıdan gelen, evrimini tamamlamış ve genetik özünü insansı varlığa transfer etmiş diye tanımladıkları canlılardı. Bir çok söylemi Sümer tabletleriyle paralellik gösteren Tevrat burada da Sümer söylemlerini tekrarlamıştır. Çünkü sayısız Sümer tabletlerinde bu canlılar dünyaya gelişindeki ayrıntılara kadar anlatılmıştır. Bu canlıların nasıl insanı laboratuvar ortamında ürettikleri tüm detaylarıyla anlatılır. Dolayısıyla bütün örtme çabalarına rağmen Tevrat Işık dininin kırıntılarını yansıtan bir tekrardır.
Kumran da, Esenniler’in M.Ö. 200-M.S. 70 yılları arasında yazılmış eserleri bulundu. Bu Kumran Tomarları denilen eserler de Tevrat daki aynı konudan bahsediyordu. Ancak burada Tanrı oğulları değil Gök oğulları terimi kullanılır. Dolayısıyla aynı yorumum burada ki eserler içinde geçerlidir.
Esseni tarikatında 3. Dereceye gelmiş mürşitlere Işığın Oğlu denirdi. Essenilere göre yeryüzü Yaradan’ın dağılmış parçalarıydı ve insan Tanrı’nın en gelişmiş görüntüsüydü. Ruhun ezelden beri var olduğuna inanıyorlardı. Yani ışıkların inancının aynısı. Bu kadim inançta da ışık inancının tekrarını görüyoruz.
Şimdi Yuhanna İncili’nden ışık inancını vurgulayan örneklere geçelim. (14./6) “Tanrı’nın gönderdiği Yahya adında bir adam ortaya çıktı. Tanıklık amacıyla, ışığa tanıklık etsin ve herkes onun aracılığı ile iman etsin diye geldi. Kendi ışık değildi ama ışığa tanıklık etmeye geldi” . Yuhanna 1. mektup “Mesihden işittiğimiz ve şimdi size ilettiğimiz bildiri şudur. Tanrı ışıktır. Onda hiç karanlık yoktur”. Yuhanna 2.mektup “Yalnız ben değil gerçeği bilenlerin hepsi de sizleri çok seviyor. Çünkü gerçek içimizde yaşıyor ve sonsuza dek bizimle olacak”. Bu sözler size tanıdık geldi mi? İnanın bu sözlerin birebir aynısını Anadolu ışıklarının beyitlerinde görebilirsiniz. Doğrusu İncil tüm felsefesi ile ışık inancının tekrarıdır. Şimdi İncillerden ışık inancının bire bir aynısı, adeta bir ışık ozanının ağzından çıkmış gibi olan sözlerde gezinelim.
Meryem İncili, Bölüm 4-22 “Bütün doğa, bütün oluşumlar, bütün yaratıklar hep beraber yaşamını sürdürmektedir, onlar kendi özlerine döneceklerdir. Meryem İncili, Bölüm 8-17 “Tanınmadım. Ama maddi ve manevi her şeyin özüne döneceğini biliyorum“.
Philip İncili 15 “ İsa gelmeden önce tıpkı Âdem’in yaşadığı cennette hayvanları beslemek için bir çok meyve olup insanın yaşaması için hiç buğday olmadığı gibi dünyada hiç ekmek yoktu. İnsanlar hayvanlar gibi besleniyordu”. Philip İncili 22 “Efendinin önce ölüp sonradan dirildiğini söyleyenler yanılıyorlar. Çünkü o önce dirildi sonra öldü. Tekrar dirilişi elde eden hiç ölmez”. Philip İncili 81 “Su ve ışıkta vaftiz olmak bizim için uygun olandır. Şimdi ışık kutsal sudur.” Philip İncili 112 “Birinin bu kaliteye ulaşabilmesinin mükemmel ışığı uygulayarak kendisinin de mükemmel ışık olması haricinde başka bir yolu yoktur.” Philip İncili 120 “Işıksan ışık seninle paylaşacaktır.” Philip İncili 134 “Cehalet kötülüğün annesidir. Cehalet ölümle sonuçlanır, çünkü cahil olanlar hiçbir zaman var olmadılar, olamayacaklar.”
Thomas İncili 2 “Bırakın arayan bulana kadar arasın, bulduğu zaman başı derde girecektir. Başı derde girdiğinde şaşkınlığa düşecektir ve kainata hükmedecektir.” Thomas İncili 3“Aslında krallık sizin içinizde ve dışınızdadır.” Thomas İncili 5 “Önünde olanı tanı ve senden gizlenen ortaya çıkacaktır. Çünkü açıklanamayacak hiçbir şey yoktur”. Thomas İncili 11 “Işık olduğunuzda ne yapacaksınız?”. Thomas İncili 24 “Işığın insanında ışık vardır ve o bütün dünyayı aydınlatır.” Thomas İncili 50 “İsa dedi, eğer size derlerse nereden geliyorsunuz; deyin ki onlara, bizler ışıktan, kendine uygun şekilde doğup oluştuğu ve bize imaj aracılığı ile göründüğü yerden geliyoruz” Thomas İncili 61 “iki kişi bir yatakta dinlenecek. Biri ölecek diğeri yaşayacak.”.Thomas İncili 66 “İsa dedi; inşaatçıların kaldırıp attığı taşı gösterin bana. O köşe taşıdır.” Thomas İncili 75 “Kapıda duran çok kişi var ama zifaf odasına sadece yalnız yaşayan girecek.” [Muhlis Akarsu “Okudum kuran edep erkân-yaptığım secdenin kıblesi canlı-gerdeksiz gecede bir delikanlı-ölü bir geline versinler beni.”] Thomas İncili 77 “Ben herkesin üzerindeki ışığım. Ben her şeyim. Her şey benden çıktı. Bir parça odunu yar ben oradayım. Bir taşı kaldır beni orada bulacaksınız.” Thomas İncili 83 “Suretler insana gösterilecek, fakat içlerindeki ışık babanın ışığının suretinde gizlendi.” Thomas İncili 106 “İsa dedi; ikiden bir yaptığınızda insanların evlatları olacaksınız ve dağ uzaklaş dediğinizde dağ uzaklaşacaktır.” Thomas İncili 113 “Müritler ona dedi; krallık ne zaman gelecek. İsa dedi, beklendiği gibi gelmeyecek. Bu, işte burada veya orada meselesi değildir. Babamın krallığı dünyanın üzerine yayılmıştır ve insanlar görmüyorlar.” [Nesimi “Sürekli Mesih yaratıyoruz. Sözcüklerden İsa ve topraktan Âdem.”]
Görüldüğü gibi nereye baksak ışık inancından izler görüyoruz. Bu normaldir. Çünkü bu inanç kadim olan, yaşanmış olan, gerçeklerden ibaret olan, kıblesi taş duvarlar değil, canlı olan inançtır. Bu inançta insanlar dünyaya bir dinin mensubu olmaya değil insan olmaya gelirler. Bu inanç bahçeyi de gülü de içinde barındırır. Aşık ne güzel söylemiş; canı bizim canımızdır-kanı bizim kanımızdır-sevgi bizim dinimizdir-başka dine inanmayız.
Yalanlarla, ikiyüzlülükle, gösterişle değil gerçeklerle ve sevgiyle erişilir menzile bu dinde. Bu dine mezhep yada tarikat demeyiniz. Bu din tüm inançların serçeşmesi, aşıkların gül bahçesidir.
Sözlerimin sonunda söylemek istiyorum ki; bu gün kendi inançlarının ne olduğunu bile bilmeyen, binyılların getirdiği katliamlar, dışlanmalar, asimilasyonlarla yorulmuş, canından bezmiş, artık huzur arayan MA nın oğulları bu yok edilişe sessiz kalmaktadır. Artık onlarda nefes almak, kendini iftiralara karşı savunmakla uğraşmamak, sosyal yaşamın ve sistemin bir parçası olmak istiyorlar. Bin yılların yalnızlığı ve çaresizliği onları haklı çıkarmaktadır. Belki de bilim çağının getirdiği imkanları kullanan karanlık güçlerin dünya üzerindeki kusursuz köleleştirme politikaları bu kadim inancı zaten yok edecekti. Belki de Işığın oğullarının eşit, beyinlerin evrensel anlamda özgür, üstünlüğün sadece bilgide olduğu yaşam tarzları gerçeğe uymayan bir hayaldi. Artık MA nın oğullarının ezici çoğunluğu özünü ,kendini unutmuş, hala eski kadim inancını koruyan kardeşine düşman olmuş, onu katletmiş, yöneticilerin arzuladığı gibi itaatkar bir dindar köle olarak sistemin bir parçası olmuştur. Zamanın ne göstereceği bilinmemekle beraber KADİM İNANÇ o inancı yaşayanların torunları tarafından yok edilmektedir.
Akt. Zaze Mahabadî
NOT: Lûwî 'ler Kürdistan'da bir aşirettir ve Yaşar Kemal de Lûwî adlı bu Kürd Aşireti'ne mensuptur.
Tipik bir aLuvi
Dr Eberhard Zanger: Birçok farklı kabile ve krallık söz konusuydu ve herbirinin kıyafetleri, başlıkları ve silahları farklıydı - Tıpkı kürd aşiretlerinin
günümüze kadar bunu getirdikleri gibi..
DE EUROPEISKA CHAUVINISTISKA ORIENTALISTERNA ÄR AVSLÖJADE
De reste och gjorde rekogniseringsarbeten efter dem kom det brittiska imperiets kolonialistiska armé.
- Nobelpristagaren, historikern Prof. Eberhard Zangger:
- Väst ansåg sig vara arvtagare av LUVIERNA i mindre Asien, men ändrade sig sedan.
Efter Constantinoples fall i barbarernas händer på 1500-talet ändrade västvärlden sig och hänvisade den grekiska civilisationen som sin civilisations källa. Annars innan Constantinople föll i turkarnas händer hänvisade västvärlden de tidiga civilisationerna i mindre Asien (Anatolien) som sin egen civilisations källa.
BAKGRUND:
___________
- De 1800-talets imperialistiska västmakter som hade storhetsvansinne för att de var ekonomiskt, militärt och kulturellt avancerade än de flesta länder, MANIPULERADE och förvrängde sin egen historia (Detta ämne ska vi återkomma till. På senare tid har det kommit nya vetenskapliga rön om de tidiga kulturerna i civilisationens vagga och deras efterföljare).
Liksom de rasistiska historikerna som tillhörde till de turkiska, arabiska och persiska ockupantstaterna var också de flesta av de västerländska orientalisternas inställning särskilt problematiska när det gäller kurderna och Kurdistan. Kurderna drabbades mest av deras skrifter och rapporter. Orientalisterna skildrade kurderna som ”barbarer som inte är värda att undersöka". Faktum är att många historiska civilisationer som tillhör kurdernas förfäder tillskrevs till arabiska, grekisk-romerska, armeniska, persiska och till och med vissa kaukasiska folk som levde tusentals mil bort från Kurdistan. Naturligtvis lägger de till turkarna också som kom till Kurdistans geografi så sent som på 1100-talet.
På grund av dessa försök att förvränga och svärta historiska fakta blir den kurdiska historien komplicerad och svårt att förstå. Men nya vetenskapliga rön avslöjar sanningen, en efter en.
Ett exempel på det vetenskapliga rön som kastar ljus om kurdernas historia kom vid de senaste arkeologiska och vetenskapliga forskningsresultaten från ”Göbeklitepe” utgrävningarna, knappt för ett år sen. Det hela 13000 år gamla kraniet man hittade där, visade ”DNA samstämmighet med den lokala befolkningen”. Därmed hypotesen om kurdernas förfäder kom till och utvecklades parallellt med den första civilisationen får stöd nu.
_________
Som bekant ockuperade européer med korsfararna Mellanöstern på 1200-talet under täckmanteln "rädda det heliga landet och Jerusalem”. Kurderna motsatte sig denna invasion med sin kung Den Magnifike Saladin och besegrade alla de europeiska staterna som hade enats under den brittiska kungen Rickard Lejonhjärtats ledning. Britternas och hela Europas arméer hade besegrats. Även om århundraden gick sedan dess var detta ett problem för britterna, och alla beslut de fattade om kurderna var baserade på hat om detta nederlag av Richard Lejonhjärta. Detta hat mot kurderna har den brittiska makteliten implicit även idag.
Britterna delade sedan Kurdistan i fyra delar mellan fyra nya konstgjorda nationer för ett hundra år sedan. Avsikten var för att förstöra möjligheten för en kurdisk nation. Faktum är att britterna stöder fortfarande dessa stater mot kurdiska folket. Detta är ett tydligt tecken på det hat som fortfarande kvarstår på grund av Saladins seger över britternas vida berömda kung Richard Lejonhjärta.
I Storbritannien och i den stora världen har kurdernas kamp mot de radikala islamisterna och diktatorerna i Mellanöstern regionen fått stort stöd. Den brittiska regeringen demonstrerade återigen sitt historiska hat och avsky genom att öppet stödja den invaderande turkiska staten mot kurderna och de reaktionära islamistiska syrierna som britterna skyddar. Till och med premiärministern Teresa May stödde öppet invasionen av den kurdiska staden Afrin. Den brittiska oppositionen reagerade starkt på hennes uttalandet som hon gjorde i detta sammanhang "vi stöder kampen av våra turkiska allierade mot de kurdiska terroristerna".
Under 2016 ordnade britterna en kupp mot Kurdistans Regionala Regering-KRG i Irak och tog genom denna kupp den kurdiska oljestaden Kirkuk och gavs till de reaktionära, shiitisk-islamistiska irakiska araberna. De kallas för "persisk ISIS" eller populärt för: Hashd-i Shabi.
Detta visar tydligt i vilken hög nivå finns det kroniska kurdhatet i minnet hos den brittiska regerande eliten..
THE KURDISH EMPEROR SALADIN THE MAGNIFICENT
Luvi yazısı tabletleri 1812 yılında keşfedildi. Diğer uygarlıklar yazıya sahip olmadan çok önce luviler kendi yazılarını kullanıyordu.
Alman jeoarkeolog Eberhard Zangger, “Luviler ve Troya Savaşı” adlı kitabında Anadolu’da çok eski kültüre sahip Luvi adında bir halkın yaşadığını, Söylüyor.
Zangger, Miken krallığının, Troya’ya savaş açmasının sebebinin, Ortadoğu’yu yakıp yıkan ve büyük bir imparatorluk kuran Luvileri yok etmek olduğunu ve sonunda Troya’yı yerle bir ettiklerini iddia ediyor.
Hititlerin başkenti Hattuşa’da bulunmuş ve Akatça çivi yazısında yazılmış belgelerde, Luvi dilini konuşan halkların yaşadığı bölgeye Luwiya deniyordu. En az 900 yıl boyunca kullanımda kaldığı belgelenen Luvice, hiyeroglif işaretleriyle yazılırdı.
Güney ve Batı Anadolu’nun tamamında konuşulurdu. İsviçreli Asurolog ve Hititolog Emil Forrer 1919 yılında ilk defa çivi yazılı arşivlerdeki Luvi dilini okumayı başardı. 1953’ten sonra Hattuşa’daki Luvi metinlerinin yayımlanmasıyla beraber Luvi çivi yazısı, Luvi hiyeroglifleri ile ilişkilendirildi ve 520 işaretten oluşan Luvi hiyeroglif yazısı anlaşılmaya başlandı. Arkeologların aksine dil bilimciler arasında Batı Anadolu’da Luvice diye bir dilin konuşulduğu tartışmasız. İsviçreli dilbilimci Emil Forrer, 1920’li yılların başında Luvilerin Hititlerden çok daha büyük bir halk olduğunu yazdı. Kibele, Afrodit, Apollon ve Artemis gibi tanrı ve tanrıça adları da Anadolu’da en yaygın dil olan Luvicedir. Luvi, Hititçe’de ışık insanı anlamına geliyor. Birçok dilde de ışık kelimesi Lu kökünden türemiştir: İngilizce’de light, Almanca’da licht, İspanyolca’da Luz,İtalyanca’da Lure, Latince’de lux gibi.
luviler
Luviler hiçbir zaman merkezi bir devlet kurmamış. Bilim, sanat ve felsefede dönemlerinin çok ilerisinde oldukları biliniyor. İleri bir matematik ve mühendislik bilgisiyle yaptıkları şehirler birçok Avrupa kentinin yapımına ilham kaynağı olmuş. Zangger, başta Güneş olmak üzere, yıldız-tanrılara tapan, Venüs’ü dişi bir tanrı olarak gören ve taşıdıkları bölgesel özerklik / krallık haliyle günümüz Avrupa Birliği’ni alenen çağrıştıran Luvi Uygarlığı’nın, M.Ö. ikinci bin yılın büyük kısmında iskân edilmiş 340 yerleşim yerini, sistematik olarak ilk defa kayıt altına aldığını öne sürüyor.
MÖ 2. binyıl boyunca Anadolu’nun büyük bölümünde anadili Luvice olan halklar yaşardı. Bu halklar Yunanistan ve Anadolu’nun en iyi tanınan halklarından olan Minoslar, Mikenler ve Hititlerin çağdaşı, ticari ortakları ve bazen de rakipleriydiler. Gerçekte Luviler yazıyı, Yunanistan’daki saraylarda kullanımından en az 300 sene önce kullanmaya başlamıştı. Luvilere ait bu yazılar Avrupalılar tarafından 19. yüzyılda, Miken, Minos ve Hitit belgelerinden çok daha önce keşfedildi. İsviçreli araştırmacı Eberhard Zangger şöyle diyor:”Troia antik kenti aslında şu anda görünenin 100 katı daha büyük bir alana yayılıyor. Çünkü bu kent, bundan dört bin yıl önce Anadolu’da yaşayan ve haklarında çok az şey bilinen Luvi Uygarlığı’nın etkisi altındaydı. Luviler hakkında bir şey bilmiyor olmamız, tamamen politik. Hititler’i yıkan büyük saldırıyı yapan, antik Mısır kaynaklarında geçen saldırgan “Deniz İnsanları” da aslında Luvilerden başkası değil. Eski çağların en büyük anlatısı, yani Troia Savaşı ise Luviler’in güçlenmesine karşı saldırıya geçen Yunan kentlerinin bir saldırısı.”
luviler-kimdir
Zangger, Akdeniz’deki kentleri yakıp yıkanların Luviler olduğu görüşünü MÖ 1190 yılına ait, Afyon yakınlarındaki Beyköy’de bulunan, 30 metre uzunluğunda Luvi dilinde yazılmış taş yazıta dayandırıyor. Bu yazıtta baskınları düzenleyenlerin isimleri, amaçları ve motifleri bulunuyor. Batı Anadolu’da yaşayan Luvilere ait 340 yerleşim yeri belirlenmiş bulunuyor. Verimli toprakları zengin bir bakır, tunç, gümüş ve altın madenlerine sahip. Ülke içlerine kadar uzanan ırmaklar canlı bir ticaret ağını sağlıyor. Afyonkarahisar yakınlarında 1878 yılında bulunan Luvi dilindeki bir antik yazıt ilk kez deşifre edildi. Belgelerde geçen “gizemli deniz insanları”nın Anadolu’nun yerli halkları olduğunu gösterdi. Independent gazetesinin haberine göre arkeologlar 3 bin 200 yıl önce taş yazıta kazınan hiyelogrif yazıları çözmeyi başardı. Taş levhaya antik Luvi dilinde yazılan yazılara göre, Batı Anadolu’daki krallıkların birleşik donanmaları Doğu Akdeniz’de sahil kentlerine baskın düzenledi. Yazıtta bu gemicilik konfederasyonuna ait yağmacı güçler tarihçilere göre yeni doğan Bronz Çağı medeniyetlerinin çökmelerinde rol oynadı. Araştırmacılar yazıtın Bronz Çağı krallığı Mira kralı Kupanta-Kurunta’nın emriyle Milattan Önce 1190 yılında hazırlandığını düşünüyor. Metinde Mira krallığının yanı sıra diğer Anadolu medeniyetlerinin antik Mısır’ı ve Doğu Akdeniz’deki diğer bölgeleri Bronz Çağı’nın bitişinden önce işgal ettiği belirtiliyor. Arkeologlar M.Ö. 1200 civarında büyük medeniyetlerin ani ve kontrol edilemez çöküşünün arkasında “gizemli deniz insanları” saldırıları olduğunu düşünüyordu. Bunlara “Truvalı Deniz Halkı” adını veren arkeologlar bu gizemi yüzyıllar boyunca çözememişti.
İsviçreli Jeoarkeolog Dr. Eberhard Zangger, Anadolu’nun tarihinin bilinen gibi olmadığını ve baştan yazılması gerektiğini söylüyor. Luviler tarihte hak ettikleri yeri aldığında günümüzde Grek medeniyeti üzerinde yükseldiğini düşünen Avrupa’nın aslında Luvi medeniyeti üzerinde yükseldiği görülecek. Avrupa’da Luvi diyen tarihçilere deli gözüyle bakıldığını ifade eden Zangger şunları söylüyor: “Ben onlardan biriyim. Senelerce Yunanistan’da çalıştım. Birikimim beni Luvilere doğru götürdüğünde ise aforoz edildim. Çünkü bu arkeolojinin baştan beri yazılan tarihini değiştirecek. Örneğin, Hititlere ve Grek medeniyetine ait olduğu düşünülen birçok şeyin Luvilere ait olduğu fark edilecek.”
Nadir bir hiyeroglif luwian metni
Luwian dili, aynı zamanda, birkaç antik soyu tükenmiş Anatolia dillerinden biri olarak adlandırılan Luwian dilidir.
Dil, birbirine bağlı iki farklı formda, biri Çivi Yazısı Komut Dosyası ve diğerini hiyeroglif yazar kullanarak korunur.
Hiyeroglif Luwian'ın en eski kullanımı, eski Hitit döneminde (1650-1580 BCE) kişisel mühürlerdeki yazılı isimler ve başlıkların yazılı şeklidir, ancak ilk gerçek metinler yalnızca yeni imparatorlukta görünür ve yalnızca Luwian'dır. Hiyerogliflerin 2. bin yıl boyunca Anadolu'da icat edildiği BCE, kesin görünüyor, ancak tam zaman ve yer bilinmeyen kalıyor.
Hitit hiyeroglifleriyle yazılmış yazıtlar genellikle sağ üst köşede başlar.
Her ne kadar işaretlerin çoğu ideografik olmasına rağmen, bir kısmı fonetik heceli işaretlerdir.
Akroropo'nun iç kanıtı (ilk hecesinin sesi için bir kelime işaretinin ikincil kullanımı), hiyerogliflerin öncelikle Luwian'ı (ve dolayısıyla Mısır'ın hiyeroglifleriyle doğrudan ilişkili olmadığı için) tasarlandığını savunuyor. Örneğin, bir inek veya boğanın başı / u /, luwian UWA / I-'ineği yansıtıyor.
İlluyanka bir luvi efsanesi
Şehmeran olarak bilinir...
Ejderha İlluyanka, fırtına tanrısı Taru'u yenilgiye uğratmaktadır. Yenilen Teşup tanrılar meclisine başvurur ve yardım etmeyi kabul eden tanrıça ejderhaya karşı bir tuzak hazırlar. Birçok kabı şarapla ve çeşitli içkilerle doldurur ve kendisine yardımcı olması için Hupasiyas adında birini çağırır. Hupasiyas, tanrıçanın kendisiyle uyumayı (yatmayı) kabul etmesi koşuluyla yardımcı olmayı kabul eder. İnara, Hupasiyas'ın kendisiyle uyumasına izin verir ve daha sonra onu İlluyanka'nın kovuğunun yanında bir yere saklar; kendisi ise süslenip güzelleşir ve ejderhayı çocuklarıyla birlikte dışarı çıkmaya ikna eder. Ejderha ve çocukları tüm kapları sonuna dek içip boşaltırlar [şiştiklerinden ya da sarhoşluklarından] ve kovuklarına geri dönemeyecek duruma gelirler. Bunun üzerine Hupasiyas saklandığı yerden çıkarak ejderhayı bir ip ile bağlar ve fırtına tanrısı Teşup öteki tanrılarla birlikte gelerek İlluyanka'yı öldürür.
İlluyanka'nın ölümünden sonra tanrıça İnara, Tarukka'da bir kayanın üzerinde bir ev yapar ve Hupasiyas'ı içine yerleştirir. Kendisi evde değilken pencereden dışarı bakmaması konusunda onu uyarır ve bakarsa karısını ve çocuklarını göreceğini söyler. Tanrıçanın evden ayrılışının yirminci günününde Hupasiyas pencereden dışarıya bakar ve karısıyla çocuklarını görür. Hupasiyas, İnara eve döndüğünde ondan karısına ve çocuklarına geri dönmesine izin vermesini diler. Tanrıça da buyruğuna uymadığı için Hupasiyas'ı öldürür.
Efsanenin bu versiyonunun bundan sonraki bölümünü okumak yazıldığı tabletin hasarlı olmasından dolayı mümkün değildir. Okunabilir durumda olan çok az kısımda ise kralın Purilliyaş şenliğinin odak konumunda olduğuna değinilmektedir.
Post-Hittite period
Statue of king Šuppiluliuma
of the Luwian State of Pattin
KAKEÎ, YARESANÎ, ÊZDAÎ, EHLÎ HEQ, ALEWÎ
Ehli Hak pirlerinden Ostad Elahî
Urfa'da özellikle temizlik konusunda titiz olanlara hilhil / hulhul denir. Babil dönemindeki Sin tapınağının tanrılarından en büyüğünün adı Hulhul ve iyice temizlenmedikçe onun huzuruna çıkılamıyor. Günümüzdeki abdest kültürüne benzer bir uygulamaları var. Urfa, hep aynı.
Yezdani dinlerde görülen "hulul" meselesi de bununla ilgili olmalıdır. Halen Kürdistan'ın doğusunda evrensel ruhun/tanrının, insan bedenine inip onda belirmesi anlamında kullanılan bu terimin adını taşıyan bir mezhep de vardır. Mevlana Celaleddin de Hululiye mezhebindendir. Bu öğretiye göre bir insan riyazet, ruh ve beden temizliği ile yücelebilir ve neticede rab, onun bedenine inebilir. Böylece kişi tanrıdan bir parça haline gelebilir ve hatta Xwe / İlah kabul edilebilir.
Geçtiğimiz yüzyılda 1927'de Nakşibendi Şêx Ehmed Barzani, 1933 tarihinde Nusayri piri Süleyman Mürşid ve 1938'de Yarsan pirlerinden Ostad Elahi olarak bilinen Nur Ali Elahi, Bab makamı olarak bilinen bu noktaya ulaşmışlar ve "ilahî" olduklarını ilan etmişlerdir. Bahai piri Şewqî Efendî (Şogi Beg) ise ilerlediğini fakat bu makama yetişemediğini söylemiştir.
Hz. İsa da Hristiyan kültüründe Rabbin bedenine indiği bir peygamberdir. O ağzını açınca konuşan Rab'dir. Bugün onun doğumunu simgeleyen Noel kutlamalarında Çam ağaçları süslenir. Kışın ölmeyen bu ağaç ölümsüzlüğün simgesi olarak görülür. Bu ağacın Goranî'deki adı da tesadüf olmasa gerek "Darî Hulul"dur. I.H.B
Aleviliğin, İslamla, İslamiyetle hiçbir ilişkisi yoktur
ÊZDAYETÎ